Menu

Arama Yapın

HMGS PANELİMİZİN DEMOSUNU İNCELEMEK İÇİN TIKLA

Menu


SAĞLIĞA ZARARLI ÜRÜNLER VE DEVLETİN SORUMLULUĞU

30 Ekim 2024

Bu makale 143 kez okundu.

Yazar Çelik Ahmet ÇELIK
Makaleyi PDF olarak İndir

1-   GDO’lu ürünler

       a)      Ülkemizde tarım ve hayvancılık geriletilip, dış ülkelere muhtaç hale getirilmemizle birlikte, hormonlu ve genetiği değiştirilmiş ürünler ithal edilmeye başlanmış; daha kötüsü yerli tohumların yerini, daha fazla verim almak ve dayanıklılık sağlamak amacıyla GDO’lu tohumlar almış, tarım alanları aşırı ilaçlama ve yapay gübrelerle doğal yapılarını kaybetmiştir. 

     5977 sayılı Biyogüvenlik Yasasına uzmanlar kuşkuyla bakmakta, koruma amacının göstermelik olduğu, daha çok genetiği değiştirilmiş ürünlerin yaygınlaşmasına olanak sağlandığı kaygısını taşımaktadırlar. Uzmanlara göre, genetiği değiştirilmiş ürünlerin (GDO), sağlık riskleri henüz bilinmemektedir. Oysa, tükettiğimiz ürünlerin özelliklerinin “ürün güvenliği” açısından değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Biyoteknolojinin bilinçsiz ve denetimsiz uygulanması, çevrenin korunması ve biyoçeşitlilik yönlerinden bazı riskler taşımaktadır. Ayrıca, genetik olarak değiştirilmiş organizmaların (GDO) ve GDO ürünlerinin insan sağlığı üzerindeki, özellikle uzun dönemde  yaratabileceği etkiler konusunda henüz yeterli bilgi yoktur. Bu teknoloji, halen gelişmiş birkaç ülkenin tekelinde olduğundan, bu alanda yeterli birikimleri olmayan (bizim gibi) ülkelerde özellikle tarımda dışa bağımlılığı artırmaktadır.   

     GDO’ların yararlarından sözedilmekte, besin kalitesini artırdığı, raf ömrünü uzattığı, bitkisel ve hayvansal ürün verimini artırdığı ileri sürülmekte ise de, zararları ve tehlikeleri daha ağır basmakta; genetiği değiştirilmiş ürünlerin doğal niteliklerini yitirdikleri, allerjik reaksiyonlara neden oldukları, toksik etkiler yarattıkları; çevreyi ve tarım topraklarını bozduğu; biyolojik ve genetik çeşitliliği tehdit ettiği  söylenmektedir.

 

  GDO’ların doğal çevreye ve “insan-hayvan” sağlığına zararsızlığının henüz bilimsel olarak tam anlamıyla kanıtlanamaması nedeniyle, Avrupa Birliği ülkeleri bunlara karşı “sakıngan” davranmaktadırlar.[1] 

  b)      5977 sayılı  Biyogüvenlik Yasası’nın 3.maddesi 5.fıkrasında, GDO ve ürünlerinin:

  aa) İnsan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevre ve biyolojik çeşitliliği tehdit etmesi,

  bb) Üretici ve tüketicinin tercih hakkının ortadan kaldırılması,

  cc) Çevrenin ekolojik dengesinin ve ekosistemin bozulmasına neden olması,

  çç) GDO ve ürünlerinin çevreye yayılma riskinin olması,

  dd) Biyolojik çeşitliliğin devamlılığını tehlikeye düşürmesi gibi durumlarda 

   yasaklanacağı;

  Yasanın 5.maddesinde:         

  aa) GDO  ürünlerinin onay alınmaksızın piyasaya sürülmesi,

  bb)GDO ürünlerinin, Kurul kararlarına aykırı olarak kullanılması veya kullandırılması,

  cc) Genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimi,

  çç) GDO ve ürünlerinin belirlenen amaç ve alan dışında kullanımı,

  dd) GDO ürünlerinin bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması  durumlarında

 

  yasaklanacağı açıklanmış olup, bütün bunların (Devletçe) ne derece uygulandığını konuyu bilenlerin takdirine sunuyoruz.

  Yasa’nın 7’nci maddesinden sonra gelen hükümlerine göre bunlardan Devletin ilgili birimleri sorumlu olacağına göre, bir zarar doğduğunda veya uzun sürede zararlı sonuçların ortaya çıkacağına ilişkin güçlü bulgular ortaya konulduğunda, bunları üreten ve  satanlarla birlikte “Devletin ilgili birimlerinin de dava edilebileceği” kanısındayız. 

  2-      Mısır şurubu (NBŞ)

  a)      Halkın sağlığını tehdit ettiği ileri sürülen ve sakıncaları saymakla bitmeyen ürünlerden biri de mısır şurubu (mısır nişastasından elde edilen tatlandırıcı), kısa adıyla “nişasta bazlı şeker”dir. Tıpkı 1950’li yıllarda tereyağının ve zeytinyağının zararlı olduğu kandırmacasıyla, halkımıza mısırözü yağı ve margarinin dayatılması gibi, bu da ABD kaynaklı, üstelik anılan ülke başkanının desteğiyle ülkemize yerleşen bir gıda devinin son derece zararlı olduğu söylenen ürünüdür.     

     Mısır şurubunun (NBŞ’nin) insan sağlığına etkileri şiddetle tartışılırken, ülkemizde tıpkı tarım ilaçlarında ve GDO’lu ürünlerde olduğu gibi, bu da kontrolsuzca kullanılmaktadır.

    b)      Bilim çevrelerinin hemen tamamına yakını, mısır nişastasından elde edilen şekerin (mısır şurubunun) kanserden kalp hastalıklarına ve karaciğer yetmezliğine kadar bir çok kronik hastalığa yol açtığını; NBŞ’de yüksek oranda bulunan fruktozun insülin direncini tetikleyerek  şeker hastalığına ve siroza neden olduğunu, hormonal sistemleri bozduğunu, kanser hücrelerini artırdığını ileri sürmekte; “ölümcül zehir” olarak nitelemektedirler.

     Son yıllarda mısır şurubu (NBŞ), yaygın biçimde ve giderek kullanım alanı artarak neredeyse tüm şekerli ürünlerde kullanılmakta; başta şekerlemeler, çikolata, gofret, bisküvi, kek, hamur tatlıları olmak üzere, kolalar,gazlı ve şekerli içecekler, ketçap vb. mısır şurubu içermekte; kimse bilim çevrelerinin uyarılarına kulak asmamaktadır.[2]

    c)      Devletin ilgili birimleri bu ürünün zararları hakkında bir çalışma yapmamakta, eğer zararlı ise önlenmesi yönünde bir girişimde bulunmamaktadırlar. Tersine bu ürünün daha çok kullanılması yönünde kararlar alınmaktadır. İlki 1956 yılında yürürlüğe konulan 6747 sayılı Şeker Kanunu, (söylenene göre İMF’nin dayatmasıyla) 2001 yılında 4634 sayılı Yasa ile değiştirilmiş, yeni Şeker Kanunu’nun 3.maddesinde nişasta kökenli şeker kotası yüzde 10 iken, 08.04.2015 gün 2015/7530 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’yla 250.000 ton olarak belirlenen NBŞ kotası,  yüzde 30 oranında artırılmıştır.

  Aslında ülke genelinde kullanım oranının yüzde 75’lere dayandığı, neredeyse tüm şirketlerin  NBŞ kullandıkları; NBŞ üretimi AB ülkelerinde ortalama yüzde 2, Fransa’da binde 42, Almanya’da binde 89 iken, Türkiye’de yüzde 10’dan yüzde 50’ye çıkarıldığı söylenmektedir.

  d)      Yukarda, bilim çevrelerinden alıntılarla zararlı bir ürün olduğunu açıkladığımız mısır şurubu (NBŞ) kullanımının Bakanlar Kurulu Kararıyla artırılması karşısında, bir şekerli ürünün  (henüz somut bir zarar doğmadan da) özellikle çocuklar için  zararlı olduğuna ilişkin güvenilir ve inanılır bilim kurullarından rapor alınması koşuluyla, üretim ve satışının durdurulması için ilgili Bakanlığa başvurulabileceği, gereğinin yerine getirilmemesi durumunda İdari Yargı’da dava açılabileceği; uzun sürede bir zarar doğmuşsa, bir hastalık tetiklenmişse tazminat davasının söz konusu olabileceği kanısındayız. (Bu konuda açılan bir dava sonucu verilen Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı, yazımızın son bölümündedir.) 

 

       e)      4703 sayılı Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuatın Hazırlanması ve Uygulanması Hakkında Kanun’un:

       10.maddesinde Piyasa gözetimi ve denetimi, yönetmeliklerde belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde yapılır”

        11.maddesinde “İlgili teknik düzenlemeye uygunluğu belgelenmiş olsa dahi, bir ürünün güvenli olmadığına dair kesin belirtilerin bulunması halinde, taşıdıkları risklere göre kısmen ya da tamamen bertaraf edilmesi veya yasaklanması sağlanır.” 

       f)       Yasa uyarınca çıkarılan Ürünlerin Piyasa Arzı Gözetim ve Denetimine Dair Yönetmeliğin  7.maddesinde:

        “Piyasaya arz edilen ürünlerin güvenli olması zorunludur. Bir ürünün güvenli kabul edilmesi için; ürünün bileşimi, ambalajlanması, montaj ve bakımına ilişkin talimatlar da dahil olmak üzere özellikleri; başka ürünlerle birlikte kullanılması öngörülüyorsa bu ürünlere yapacağı etkiler; piyasaya arzı, etiketlenmesi, kullanımı ve bertaraf edilmesi ile ilgili talimatlar ve üretici tarafından sağlanacak diğer bilgiler ve ürünü kullanabilecek risk altındaki tüketici grupları açısından değerlendirildiğinde, temel gerekler bakımından azami ölçüde koruma sağlaması gerekir” denilmesine göre,

       Devletin sorumluluğu yukardaki maddelere ve elbette Anayasa’nın 56.maddesi 3.fıkrasındaki “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlama” yükümlülüğüne dayandırılacaktır.

       3-      Aflatoksin

       İnsan gıdalarında, tahıllarda, yemlerde ve her türlü kuru yiyeceklerde rutubetin artmasına ve sıcaklığa bağlı olarak, mantar türleri hızla üreyerek mikotoksin (küf zehiri) denilen zararlı bir toksin (zehir) üretirler. Bunların en önemlisi “Aflatoksin”dir. Aflatoksinler, kuvvetli zehir ve kanserojen maddelerdir. En zehir etkili olanı hem kanser hem de gen yapısını değiştirebilen Aflatoksin B1’dir.

 

       İnsanlar ve hayvanlar mikotoksinleri, aflatoksinle bulaşmış gıda ve yem maddelerini tüketerek alırlar. Ayrıca aflatoksin bulaşmış yemle beslenen hayvanların, yumurta, peynir ve süt gibi ürünlerine de toksin (zehir) bulaşmış olur. Bu yolla insanlara da geçmiş olur.

       Aflatoksin oluşturabilen ürünler tahıllar, yağlı tohumlar, baharatlar, kuruyemiş ve kurutulmuş meyvalar, bazı hayvansal ürünlerdir.

       Bu konuda yaptığımız araştırmalarda, pazar yerlerinde satılan bir çok üründe aflatoksin bulunduğu saptanmıştır. Ne yazık ki Pazar yerleri (Belediyelerce) gerektiği gibi denetlenmemekte ve sağlıksız ürünlerin satılmasına ilgisiz kalınmaktadır. 

       Yem fabrikalarında ham madde olarak kullanılan soya, mısır gibi ürünlerde aflatoksin saptanmıştır. ABD’den gemi ambarlarında getirilen soya kırıntılarında uzun deniz yolculuğu boyunca aflatoksin oluştuğu, bunların denetlenmeden yem fabrikalarında öğütüldüğü, kafes tavuklarına bunların yedirildiği söylenmektedir.

       Bu konuda da, 4703 sayılı Ürün Yasası’nın 11.maddesi uyarınca “ürünün güvenli olmadığına dair kesin belirtilerin bulunması halinde, taşıdıkları risklere göre kısmen ya da tamamen bertaraf edilmesi veya yasaklanması” gerekirken, Devletin ilgili birimlerinin bu görevlerini yerine getirmedikleri sonucuna varılmaktadır. 

       4-      Tarım ilâçları ve kimyasal gübreler

       Ülkemizde antibiyotikler gibi, tarım ilaçları da gelişigüzel ve bilinçsizce kullanılmaktadır. Tarım ilaçlarının özelliklerinden biri de tek başına zehirli ve parçalanarak daha da zehirli yeni maddelerin oluşmasına neden olmasıdır. Tarımla uğraşmayan, kentte yaşayan insanlar da sebze ve meyvelerle, su ve solunum yoluyla bu zehirli maddelerden almaktadırlar. İlaçların pazarlanması denetimsizdir. Tarım alanlarının ilaçlanması sırasında hava koşulları gözetilmediği için etkileri rüzgarla yayılmaktadır. Satışının ve kullanımının izne bağlanması gerektiği yönünde görüşler dikkate alınmamaktadır.

       Gübreler için de durum farklı değildir. Tarımsal üretimde yüksek verim elde etmek için kimyasal gübre uygulamaları zorunluluk olarak görülmektedir. Ancak uygulanan gübrelerin miktarları, çeşitleri ve uygulama zamanlarının farklılık göstermesi ve bu alandaki bilgi yetersizliği nedeniyle canlı sağlığı ve çevre olumsuz olarak etkilenmektedir. Yapılan yanlış gübre uygulamalarıyla topraklarda tuzlanma, ağır metal birikimi, besin maddesi dengesizliği, mikroorganizma etkinliğinin bozulması, sularda ötrofikasyon ve nitrat birikimi, havaya azot ve kükürt içeren gazların verilmesi, sera etkisi vb. sorunlar oluşmaktadır. Gübrelerin bilinçsiz ve fazla kullanımlarının oluşturacağı çevre ve sağlık sorunlarına ve sorunların giderilmesine yönelik çözüm önerilerine kimse kulak asmamaktadır.  

        Seralarda yetiştirilen sebze ve meyvalar ilaçlandıktan sonra, ilacın etkisi geçmeden ürün toplanıp pazarlara gönderilmekte olup, bu konuda da gerekli denetimler yapılmamakta; halkın sağlığı düşünülmemektedir. Tır araçlarıyla yabancı ülkelere gönderilen yaş sebze ve meyvaların geri çevrildiğinde, bunların pazarlara getirilip halkımıza yedirildiği sıkça görsel ve basılı yayın organlarında haber konusu olmaktadır.

       5-      Fast food beslenme ve çocukların sağlığı

       Özellikle çocuklarımız için son derece zararlı olduğu söylenen “Fast food” denilen “ayaküstü” beslenme de bir ABD ürünü olarak yaşamımıza girmiş; onca uyarılara karşın ne anne babalar, ne de Devletin ilgili birimleri önlem alma girişiminde bulunmamışlardır. Genellikle  hamburger, patates, kola birlikteliğindeki besin değeri düşük ve doymuş yağ oranı yüksek bu atıştırma biçiminin obeziteye, yüksek tansiyona, kalp hastalıklarına, diyabet ve osteoporoz vb. hastalıklara yakalanma riskini artırdığı söylenmektedir. Bu konuda da önlem alma yükümlüsünün Devlet olduğu düşüncemizi yineliyoruz.

       6-      Plastikler, pet şişeler, alimünyum vb. ambalaj maddeleri

       Ambalaj, paketleme, saklama gibi işlerde ve mutfaklarda kullanılan bazı maddelerin insan sağlığını tehdit ettiği, çevreye geri dönülmez biçimde zarar verdiği konularında bilim çevrelerinin görüş birliği içinde olmalarına karşın, bunların kullanımı sürdürülmekte; yasaklanmamakta, bu gibi konularda çözüm üretilmemekte, önlem alınmamaktadır. 

       7-      Oyuncaklar, okul araç ve gereçleri

       Çoğu Çin’den ithal edilen ve kanserojen maddeler içerdiği kanıtlanan oyuncaklar ve okul araç gereçleri çocuklarımızın sağlığını tehdit etmekte; ancak ithali durdurulmamaktadır. Ancak bugünlerde her nasılsa, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Tüketicinin Korunması ve Piyasa Gözetimi Genel Müdürlüğü tarafından, 4703 sayılı Ürün Yasası uyarınca harekete geçilmiş ve gazetelerde yapılan ilanlarda görüleceği üzere zararlı ürünlerin ithali ve satışı yasaklanmaya başlanmıştır.

       Bugüne kadar satılan ürünlerden dolayı çocuklarımız zarar görmüşlerse, bunun uzman raporlarıyla kanıtlanması durumunda, hem ithal eden ve satan firmalar ve hem de bunların ithal ve satışına izin veren Devletin ilgili birimleri dava edilebilecektir.

       8-      Kanserojen içeren giysiler, takılar, kozmetikler, temizleme maddeleri vb.

       Bunlar için de, 4703 sayılı Ürün Yasası’nın 11.maddesi uyarınca “ürünün güvenli olmadığına dair kesin belirtilerin bulunması halinde, taşıdıkları risklere göre kısmen ya da tamamen bertaraf edilmesi veya yasaklanması” gerekirken, bu görevlerini yerine getirmediklerinin saptanması durumunda, ithal eden ve satan firmalarla birlikte Devletin ilgili birimleri dava edilebilecektir.

       9-      Çevre zararları

       2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 9.maddesi

       (a) bendinde: “Doğal çevreyi oluşturan biyolojik çeşitlilik ile bu çeşitliliği barındıran ekosistemin korunması esastır. Biyolojik çeşitliliği koruma ve kullanım esasları, yerel yönetimlerin, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının ve ilgili diğer kuruluşların görüşleri alınarak belirlenir.”

 

       (e) bendinde “Sulak alanların doğal yapılarının ve ekolojik dengelerinin korunması esastır.”

       (f)bendinde “Biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilirliğinin sağlanması bakımından nesli tehdit veya tehlike altında olanlar ile nadir bitki ve hayvan türlerinin korunması esas olup, mevzuata aykırı biçimde ticarete konu edilmeleri yasaktır” denilmesine karşın,

       Yöre halklarının direnmelerine aldırış edilmeyip, son yıllarda art arda yapımına başlanan hidro elektrik santralları (HES’ler) su kaynaklarını, ekolojik dengeleri bozmaya başlamış ve termik santrallar bulundukları yöreleri yaşanmaz hale getirmiştir.  

       Fabrikalardan akarsulara, göllere, denizlere salınan tehlikeli kimyasallar ve atıklar yüzünden tarım ve su ürünleri, hayvancılık ve doğal yaşam zarar görmektedir. Çoğu işletmeler arıtım tesisleri kurmamaktadır. Fabrika bacalarından çevreye yayılan dumanlar da ayrı bir konudur.

       Yasa’nın 11.maddesinde: “Faaliyetleri nedeniyle çevreye olumsuz etkileri olabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler tarafından, faaliyetlerine ilişkin olası bir kaza durumunda, kazanın çevreye olumsuz etkilerini kontrol altına almak ve azaltmak üzere uygulanacak acil durum planları hazırlanması zorunludur. Buna ilişkin usul ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir” denilmiş; bu doğrultuda:

       Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği, Çevre Sağlığı Denetimi Yönetmeliği, Çevre Ölçüm Ve Analiz Yönetmeliği gibi bir dizi yönetmelikler yürürlüğe konulmuş olup, bu yasa ve yönetmeliklere göre, hem özel şirketlere karşı adli yargıda ve hem de “hizmet kusuru” nedeniyle ilgili Devlet birimine karşı idari yargıda dava açılabilecektir. 

       Örneğin, elektrik açığını kapatacağı gerekçesiyle hidro elektrik santralı veya termik santral yapımına izin verilmiş ve her türlü işlemler yasal sınırlar içinde gerçekleşmiş olsa bile, yöre sakinleri bir  zarar görmüşlerse, İdare Hukukuna özgü “kamu küfetlerinde eşitlik” ilkesi uyarınca idarenin zararı ödemesi gerektiği kabul edilmektedir.[3] 

       10-Maden ve kömür ocakları

       Gerek  yörede yaşayanlar gerek çalışanlar yönünden maden ve kömür ocaklarından kaynaklanan zararların sorumlusu, maden arama ve kömür çıkarma izinlerini veren ve çalışma koşullarını denetleme yükümlülüğünü gereği gibi yerine getirmeyen Devlet kurumlarıdır. Bilim çevreleri siyanürle altın çıkarılmasını sakıncalı bulmakta, halkımız bu izinlerin iptalini istemektedir. Kömür ocaklarının çoğu teknik donanımdan yoksun, ilkel şartlarda işçi çalıştırmakta, akılalmaz kazalar olmaktadır. Halka dağıtılan veya satılan niteliksiz kömürler havayı kirletmektedir. Bu konuda söylenecek çok söz vardır. Bunu, konunun uzmanlarına bırakarak, biz, maden işçileriyle ilgili bir hukuk sorununu açıklayalım: 

       Bilindiği gibi, başta Soma olmak üzere kömür ocaklarında pek çok kazalar olmakta, çok sayıda maden işçisi ölmektedir. Bu konuda açılan ceza davalarının gerektiğinden fazla uzaması bir yana, ölen işçilerin desteğinden yoksun kalanların tazminat hakları konusunda yanlış ve haksız bir uygulama yapılmakta, hak sahipleri mağdur edilmektedir. Daha açık anlatalım:

       Soma kazasında ölen 301 madencinin yarıya yakını bekâr işçi olup, desteğinden yoksun kalanlar anne ve babalarıdır. Ancak bunlardan sigortalı işçi veya sigorta emeklisi olanlara, Sosyal Güvenlik Kurumu, ölen oğullarından dolayı gelir bağlamamaktadır. 5510 sayılı Yasa hükmü böyledir ve buna şimdilik bir diyeceğimiz yoktur. Ancak, Yargıtay’ın iş kazalarına bakan Özel Dairesi, öteki dairelerin ve Hukuk Genel Kurulu’nun yerleşik kararlarına ve Sorumluluk Hukukunun temel ilkelerine aykırı olarak, Sosyal Güvenlik Kurumu’nca gelir bağlanmamasını bir dava şartı olarak görüp, (sigortalı işçi veya sigorta emeklisi olan) anne-babaların, ölen oğullarından dolayı destek tazminatı istemlerini reddetmektedir. Böylece maden kazasının sorumlusu şirket, hem Kurum’un rücu davasından ve hem de destek tazminatından kurtulmakta; haksız ve adaletsiz bir durum ortaya çıkmaktadır. Oysa Sorumluluk Hukuku alanında yetkin görüş  şunu söylemektedir:

       “Tazminat alanı ile sosyal güvenlik alanı birbirinden ayrıdır. Zararı giderme, kural olarak, zarara sebebiyet verenin yükümlülüğüdür. Buna karşılık sosyal güvenliği sağlama toplumun (Devletin) yükümlülüğüdür. Bu iki alan birbirinden ayrılmadığı sürece, hukukun tekdüze uygulanması amacına, adaletli bir çözüme ulaşamayız.” [4]

       Özel Daire’nin, iş kazasında ölen oğullarından dolayı (kendileri sigortalı oldukları için) destek tazminatı alamamalarına karşılık, örneğin çok zengin bir ailenin trafik kazasından ölen ve kendisi de yüksek bir kazanca sahip olan oğullarından dolayı alabildikleri destek tazminatı çok yüksek olmakta; haksızlık ve çelişki şuradadır ki, iş kazasında oğulları ölen yoksul ana-baba hiç tazminat alamazken, trafik kazasında oğulları ölen zengin ana-baba çok yüksek miktarda tazminat almaktadırlar. Bu hukuk ayıbına son verilmesi için “İçtihadı Birleştirme” başvurusu yapılmış  olup, olumlu sonuç beklenmektedir.

 


[1] Yusuf Güleşçi, Amerika, Avrupa ve Türkiye’de Biyogüvenlik Uygulamaları ve 5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu’na Eleştirel Bakış  (Ankara Barosu Sağlık Hukuku Digestası, 2012) - Mustafa Kaymakçı, mustafakaymakci@ege.edu.tr

[2]  Gökhan Günaydın, Türkiye Şeker Sektörü Analizi, Ziraat Mühendisleri Odası Yayını, Ankara 2001- Metin Aydoğan, Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler –Bitmeyen Oyun, Kum Saati Yayınları, İstanbul 2002 – Taylan Kıymaz, Türkiye’de ve Dünyada Şekerin Geleceği, Tarım ve Mühendislik, sayı:64-65, Ankara 2003 – B.Remzi Suiçmez, Tarımla İlgili Değerlendirmeler, Türkiye Sempozyum Kitabı, Ankara 2003 – Dr.Yavuz Dizdar, Pankobirlik Dergisi

[3]  Ş. Gözübüyük /T.Tan, İdare Hukuku, C.II, 8.bası, 2016, sf.664.

[4]  Hüseyin Hatemi, Ölüm ve Cismani Zarar Hallerinde Tazminatın Hesaplanması Sempozyumu, Ankara,1993, Batider Yayını,sf.5