ÖZET:
Devlet, kamu ve özel kesim ayrımı yapılmaksızın, tüm tedavi kurumlarının sağlık hizmetlerinden ve sağlığa zararlı ürün ve eylemlerden dolayı üretici-satıcı-sağlayıcılarla birlikte ortaklaşa sorumludur.
I- KONUYA GENEL BAKIŞ
1- Ortaklaşa sorumluluk ve sorumluluk konuları
Konumuz, tüketici haklarından (üretici, satıcı, sağlayıcı konumundaki) özel kişi ve kuruluşlarla birlikte Devletin ortaklaşa sorumlu tutulabileceğine ilişkin görüş açıklamaktır.
Yasal dayanağımız, Anayasa’nın başta 56.maddesi olmak üzere çeşitli hükümleri ile özel yasaların kişi haklarını koruyucu ve kollayıcı hükümleridir.
Tüketici Yasası’nın 1.maddesinde “Bu Kanunun amacı; kamu yararına uygun olarak tüketicinin sağlık ve güvenliği ile ekonomik çıkarlarını koruyucu, zararlarını tazmin edici, çevresel tehlikelerden korunmasını sağlayıcı, tüketiciyi aydınlatıcı ve bilinçlendirici önlemleri almak…” denilmesine göre, Devletin, özel ve tüzel kişilerle birlikte ortaklaşa sorumluluğunu gerektiren konuları şöyle bölümlendirebiliriz:
1) Halkın (tüketicinin) beden ve ruh sağlığını koruyucu her türlü önlemleri almak, sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet verilmesini sağlamak (Anayasa m.56)
2) Halkın (tüketicinin) güvenliğini sağlamak (Anayasa m.60)
3) Halkın (tüketicinin) ekonomik çıkarlarını koruyucu önlemler almak (Anayasa m.5)
4) Halkın (tüketicinin) çevresel tehlikelerden korunmasını sağlamak (Anayasa m.56/2)
Burada “halk” kavramıyla Devletin sorumluluğunu, “tüketici” kavramıyla da özel ve tüzel kişilerin sorumluluklarını anlatmak istiyoruz. İşleyeceğimiz konunun özelliği gereği, Yasa’nın “amaç” başlıklı 1.maddesinde sayılan hususların tamamını, ekonomik çıkarlarını da gözetmek suretiyle, “kişilerin sağlığı ve sağlıklı yaşama hakları” yönünden ele almak istiyoruz. Amacımız ve varmak istediğimiz sonuç, halkımızın (tüketicinin) ürünlerden ve hizmetlerden (özellikle sağlık hizmetlerinden), hava, su, toprak kirlenmelerinden ve tehlikeli işletmelerden zarar görmeleri durumunda, özel ve tüzel kişilerle birlikte Devleti de dava edebileceğini savunmak ya da göstermek olacaktır.
2- Sağlıklı yaşama hakkı ve sağlıkta sorumluluk
Sağlıkta sorumluluk kavramını geniş tutuyoruz; hekim-hastane sorumluluğu ve tıbbi hatalarla sınırlamıyoruz. Kişilerin “sağlıklı yaşama haklarına” verilen her türlü zararları aynı çerçevede ele almak istiyoruz.
Kişiler hastalanmışlarsa, sağlıklarını yitirmişlerse, şu veya bu nedenle ölümlere ve beden gücü kayıplarına neden olunmuşsa, bunların nasıl ve ne yüzden, hangi etken ve hangi nedenlerle meydana geldiğini; sorumluların kimler olduğunu veya kimler olması gerektiğini; kimlerin, hangi gerekçelerle dava edilebileceğini belirlemek istiyoruz. Örneğin, hastalıkların, ölümlerin ve beden gücü kayıplarının hormonlu, genetiği değiştirilmiş ve zararlı maddeler karıştırılmış ürünlerden mi, kanserojen içeren eşyalardan mı, hava, su, toprak kirliliğinden mi, radyasyon yayılmasından mı, nükleer atıklardan mı kaynaklandığını bilmenin önemi üzerinde durmak istiyoruz. Bütün bunları üreten, yaratan, pazarlayan ve zararlı sonuçları doğuran kişi ve kuruluşlarla birlikte Devletin de sorumlu tutulması gerektiğini savunuyoruz.
II- SAĞLIKTA DEVLETİN SORUMLULUĞU
1- Anayasa hükmü
Sağlıkla ilgili tazminat davaları denilince, hep hekim ve hastane hatalarından kaynaklanan sorumluluklar akla gelir. Oysa, asıl sorumlu devlettir. Çünkü Anayasa'nın 56.maddesine göre "Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenlemekle” yükümlüdür. Bu yükümlülük, gene Anayasa'nın 5.maddesine göre "sosyal hukuk devleti" olmanın bir gereğidir.
Ancak ne var ki, 56.maddenin 4.fıkrasında “Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir” denildiği için, özellikle 24 Ocak 1980 kararlarıyla dışa bağımlı liberal ekonomi yapılanmasını gerçekleştirenler ve onları izleyen iktidarlar, Devletin temel görevi olan sağlığı, kamu hizmeti olmaktan çıkarıp, özel sağlık kuruluşlarına ağırlık vermişler; devletin sağlık hizmetleri geriletilip kamu hastanelerinin geliştirilmesi savsaklanarak, özel hastanecilik âdeta özendirilmiş, böylece sağlık ticareti alabildiğine yaygınlaştırılmıştır.
Böyle bir sağlık yapılanmasında, özel hastanelerin faaliyetlerinden Devletin sorumlu olmadığı düşünülmemelidir. Çünkü:
a) Anayasa’nın 56.maddesi 3.fıkrasına göre, Devlet, sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenlemekle;
b) 56.maddenin 4.fıkrasına göre, Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek gerçekleştirmekle yükümlüdür.
Yukardaki Anayasa hükmüne göre, Devletin ilgili birimleri (örneğin Sağlık Bakanlığı) “düzenleme” ve “denetim” görevlerini gereği gibi yerine getirmemişlerse, “hizmet kusuru” işlemiş olurlar. Böyle bir durumda, tıbbi hata sonucu ölüm veya bedensel zararlar nedeniyle, aynı anda hem özel hastaneye ve hekime karşı “adli yargıda” hem Sağlık Bakanlığı’na karşı “idari yargıda” maddi ve manevi tazminat davası açılabilir. Bu davalardan hangisi önce sonuçlanırsa ve zarar ödenirse, öteki konusuz kalmış olur. Şu kadar ki, birinden zararın tamamı alınamamışsa, ötekinden kalan zarar istenebilir. (Danıştay ve Yargıtay denetiminden geçmiş karar örnekleri yazımız ekindedir.)
2- Sağlığı koruma evreleri ve sorumlulukların sınırı
Hukukça korunması gereken en yüce hak "yaşama hakkı" ve bunun özelinde "sağlıklı yaşama hakkı" dır. Sağlık bir insan hakkı olup, bedensel, ruhsal ve sosyal yönden iyilik halidir. Devletin en başta gelen temel görevlerinden biri sağlık olduğu içindir ki, insanı, fizik, biyolojik ve sosyal çevresi ile birlikte ele almak ve sağlık örgütlenmelerini buna göre gerçekleştirmek zorundadır. Anayasa'nın 56.maddesi bunu gerektirmektedir.
Anayasa hükümlerine koşut olarak, 6502 sayılı Tüketici Yasası 1.maddesinde "Bu Kanunun amacı; kamu yararına uygun olarak tüketicinin sağlık ve güvenliği ile ekonomik çıkarlarını koruyucu, zararlarını tazmin edici, çevresel tehlikelerden korunmasını sağlayıcı önlemleri almak…” denilmesine göre,
Anayasa’nın 2.maddesindeki “sosyal hukuk devleti” olmanın bir gereği olarak, Devletçe sağlığın üç aşamada örgütlenmesi gerekmektedir. Bu gereklilik, halen yürürlükte olan, ancak uygulanmayan 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun’da açıklanmıştır. Yasa’nın “tanımlar” başlıklı 2.maddesinde "Sağlık hizmetleri: İnsan sağlığına zarar veren çeşitli faktörlerin yokedilmesi ve toplumun bu faktörlerin tesirinden korunması, hastaların tedavi edilmesi, bedeni ve ruhi kabiliyet ve melekeleri azalmış olanların işe alıştırılması (rehabilitasyon) için yapılan tıbbi faaliyetler sağlık hizmetidir" biçiminde tanımlanmış; bu tanıma göre, sağlık hizmetleri üç bölüme ayrılmıştır:
1. Koruyucu sağlık hizmetleri
2. Tedavi edici sağlık hizmetleri
3. Rehabilite edici (uyum sağlayıcı) sağlık hizmetleri
Yukardaki sağlık koruma evrelerinde, Devletin, özel kişi ve kuruluşlarla birlikte ortaklaşa sorumluluğunu öne çıkaracak biçimde, geçmişte yapılanlarla, günümüz koşullarında yapılmayan, ancak yapılması gerekenleri gözden geçirelim:
III-KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİ
1- Geçmişten bugüne uygulamalar
Önemli olan halkımızı sağlıklı bir ortamda yaşatmak, hastalıkları önlemek, başta beslenme kaynakları olmak üzere sağlığı bozucu her türlü etkenleri ortadan kaldırıcı önlemleri alabilmektir. Hastalıkları tedavi ikinci aşamadır. Hem bir kez hastalanan kişileri tedavi etmek her zaman olumlu sonuç vermez; hele ölümcül bir hastalığa yakalanan kişi için tedavinin bir anlamı ve yararı yoktur.Teknolojinin gelişmesiyle birlikte artan çevre kirliliğinin ve insan sağlığına zararlı ürünlerin pazarlanmasının önü alınamıyorsa, dünyayı saran gıda devlerinin ve anamalcı sistemin acımasız çarkları durdurulamıyorsa, her türlü hastalık olacak; insanlar vaktinden önce ölecek veya sakat kalacak ya da sağlıksız bir yaşam sürdürmek zorunda kalacaklardır.
Bu konuda 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun 3.maddesi (b) bendinde “koruyucu sağlık hizmetlerine” öncelik verileceği açıklanmış ve Sağlık Bakanlığı’nın “kamu ve özel bütün sağlık kurum ve kuruluşlarına koruyucu sağlık hizmeti görevi vereceği ve bu kurum ve kuruluşların bütün sağlık hizmetlerini denetleyeceği” açıklanmış olmasına göre, Devletin bu yükümlülüğünün ne derecede yerine getirildiğini aşağıda ele alacağız.
Geçmişte, cumhuriyetin ilk yıllarında koruyucu sağlık hizmetlerini gerçekleştirmede, onca yoksulluk ve yoksunluğa karşın çok başarılı sonuçlar alınmıştır. Cumhuriyetin kurulmasından sonra ilk başbakan atanırken Atatürk’ün İnönü’ye yazdığı 30 Ekim 1923 tarihli mektupta açıkladığı gibi, “salgın hastalıklar insanlarımızı kırmakta, sıtma,verem, tifüs, tifo, firengi, trahom, cüzzam salgın halinde idi.Yüzde sekseni kırsal kesimde yaşayan nüfusumuzun yarısı hastaydı. Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136, pek az şehirde eczane vardı.” Bunları anlattıktan sonra Atatürk mektubunda "Ama, diyordu, yılmamak, ucuz ve geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, çağdaşlaşmak ve bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız."[1] İşte bu koşullarda Devletin, gönüllü kuruluşların, inançlı aydınlarımızın ortak çabalarıyla, hekim ve sağlık personeli sayısının ve her alanda yetişmiş kişilerin azlığına karşın, Veremle Savaş ve Sıtmayla Savaş Dernekleri kurularak, bataklıklar kurutularak, tarımı geliştirilerek başarıya ulaşılmış; pek çok hastalığın kökü kazınmıştır.
1950’li yıllara gelindiğinde, Marshall Yardım Sözleşmesiyle ülkemiz dışa bağımlı hale getirilmiş; bir yandan demiryolu politikası terk edilip karayolu taşımasına ağırlık verilmesiyle petrol ve otomotiv devleri ekonomiyi teslim almışlar; anılan sözleşmeye konulan bir maddeyle ülkemiz ABD’den mısırözü yağı almaya zorlanmış; ardından tereyağının ve özellikle zeytinyağının zararlı olduğu yalanlarıyla halkımız kandırılarak mısırözü yağına ve margarine alıştırılmış; derken çocuklarımıza süt tozu içirilerek, kola, hamburger yedirilerek, tohumda dışa bağımlılıkla tarımın yönü ve yapısı alt üst edilerek bugünlere gelinmiştir.[2]
Tıpkı o günlerde olduğu gibi, bugün de gene ABD kaynaklı GDO’lar, nişasta bazlı şekerler halkımıza dayatılmakta; önlem alınması şöyle dursun, yönetimlerce bütün bunlara destek olunmaktadır. (Buna ilişkin karar örneği yazımızın sonundadır.)
1960 sonrasında ve 1961 Anayasası'nın sosyal hukuk devleti anlayışı içerisinde, 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Kanunu’nun uygulanma aşamasında, sağlığı sosyalleştirme, yalnızca hekimlerin ve sağlık personelinin görevlendirilmesi ile sınırlı tutulmayıp, toplumun her kesiminin ve yöre halklarının çalışmalara katılımı sağlanmak istenmiştir. Bu bağlamda, Sağlık Kurulları Yönetmeliği'yle yapılan düzenlemelerle “Sağlık Ocaklarında” ve “Ana Çocuk Sağlığı Merkezlerinde” son derece verimli ve başarılı çalışmalar yapılmış; Dünya Çocuk Sağlığı Örgütü’nün (Unicef’in) katılımıyla doğu illerinde dağıtılan bebek mamalarıyla çocukların sağlıklı beslenmeleri çabası içine girilmiş; kadınlar doğum kontroluna özendirilmiş; pek çok yörede ilk yardım kursları verilmiş, Et-Balık Kurumu ile Süt Kurumu desteğiyle hayvancılık özendirilmiş; pek çok yörenin içme suyuna kavuşmaları sağlanmış; büyük kentlerdeki hava kirliliğini önlemede etkin sonuçlar alınmıştır.
Ne yazık ki, ilerleyen yıllarda değişen iktidarların liberal ekonomi bağımlılıkları ve özelleştirmelere hız verilmesi sonucu, 224 sayılı Yasa unutulmuş, sağlıkta Devletin etkinliği en alt düzeye indirilmiştir.
Bugün, koruyucu sağlık hizmetlerini gerçekleştirmede halkın desteği ve gönüllü kuruluşların faaliyetleri daha da önem kazanmış bulunmaktadır. Çünkü, pazar ekonomisinin tutsağı olmuş ve özelleştirmelerle devletin temel işlevlerinin çoğunu kazanç elde etmekten başka amaçları olmayan şirketlere teslim etmiş bugünkü yönetimlerin, halkla bütünleşmek şöyle dursun, sağlığa zararlı ne varsa hepsine destek ve dayanak oldukları görülmektedir.
GDO’lu ürün satışlarının yaygınlaştırılması, nişasta bazlı şeker (mısır şurubu) üretiminin Bakanlar Kurulu Kararıyla artırılması, sağlığa zararlı ürün ithal ve satışlarının önlenmemesi, doğal yaşamı yokeden ve çevreyi yaşanmaz hale getiren altın ve maden arayıcılarına kolayca ve düşünülmeden ruhsat verilmesi; halkın direnişine aldırılmayıp her yerde hidro elektrik santralları, termik santrallar kurulması, ülkenin en can alıcı yerlerinde nükleer santrallar kurulmaya başlanması; kimyasallarla, zararlı atıklarla havanın, suyun ve toprağın kirletilmesi; en verimli tarım alanlarının ranta kurban edilmesi; orman katliamları; bütün bunlar sağlık sorunlarının her geçen gün, her geçen yıl artmasına neden olmaktadır.
Şu sonuca varmak istiyoruz: Sağlıkla ve tüketici haklarıyla ilgili toplantı, konferans ve sempozyumlarda, tüketici hakları yönünden ayıplı ürün ve ayıplı hizmetlerle ve sağlık yönünden hekim ve hastane hatalarıyla sınırlı kalınmayıp, halkın sağlığını tehdit eden ürünlere, yaşamı tehdit eden girişimlere, özellikle besinlere ve çevre sorunlarına, kısaca koruyucu sağlık konularına ağırlık verilmesini; tüm toplum kuruluşlarının aydınlatılmasını ve uyarılmasını istiyoruz.
2- Günümüz koşulları ve çeşitli yasalar
Bugünlere baktığımızda:
6502 sayılı Tüketiciyi Koruma Yasası’nın “amaç” başlıklı 1.maddesinde “Bu Kanunun amacı; kamu yararına uygun olarak tüketicinin sağlık ve güvenliği ile ekonomik çıkarlarını koruyucu, zararlarını tazmin edici, çevresel tehlikelerden korunmasını sağlayıcı, tüketiciyi aydınlatıcı ve bilinçlendirici önlemleri almak…” denilmesine;
4703 sayılı Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuatın Hazırlanması ve Uygulanması Hakkında Kanun’un 1.maddesinde “Bu kanunun amacının, ürünlerin piyasaya arzı, uygunluk değerlendirmesi, piyasa gözetimi ve denetimi ile bunlarla ilgili olarak yapılacak bildirimlere ilişkin usul ve esasları belirlemek” olduğu açıklanmasına;
2872 sayılı Çevre Yasası’nın 1.maddesinde “Bu kanunun amacı, bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda korunmasını sağlamak” denilmesine ve 2.maddesinde çevrenin “Canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortam” olarak tanımlanmasına;
5977 sayılı Biyogüvenlik Yasası’nın 1.maddesinde “Bu kanunun amacı, bilimsel ve teknolojik gelişmeler çerçevesinde, modern biyoteknoloji kullanılarak elde edilen genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerinden kaynaklanabilecek riskleri engellemek, insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevrenin ve biyolojik çeşitliliğin korunması, sürdürülebilirliğinin sağlanması amacıyla biyogüvenlik sisteminin kurulması ve uygulanması, bu faaliyetlerin denetlenmesi, düzenlenmesi ve izlenmesi ile ilgili usul ve esasları belirlemektir” denilmesine;
Uluslararası Biyotıp Sözleşmesinin onaylanmasına ilişkin 6212 sayılı yasa gereği 20.04.2004 gün 25439 sayılı RG’de yayınlanan Kararın 1.maddesinde, sözleşmeyi imzalayanların “tüm insanların haysiyetini ve kimliğini koruyacak ve biyoloji ve tıbbın uygulanmasında, ayırım yapmadan herkesin, bütünlüğüne ve diğer hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesini güvence altına alacakları” kararlaştırılmış olmasına;
Bütün bu yasaların uygulanmasına ilişkin çeşitli Yönetmelikler hazırlanıp yürürlüğe konulmasına; özellikle 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun 3.maddesi (b) bendinde: “Koruyucu sağlık hizmetlerine öncelik verilmek suretiyle kamu ve özel bütün sağlık kurum ve kuruluşlarının kurulması ve işletilmesinde kaynak israfı ve atıl kapasiteye yol açılmaksızın gerektiğinde hizmet satın alınarak kaliteli hizmet arzı ve verimliliği esas alınır. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı (…) kamu ve özel bütün sağlık kurum ve kuruluşlarına “koruyucu sağlık hizmeti” görevi verir ve bu kurum ve kuruluşların bütün sağlık hizmetlerini denetler” denilmesine;
Ve Serbest Pazar ekonomisi bağımlılarının bir türlü benimsemeyip rafa kaldırdıkları, ancak halen yürürlükte bulunan 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası’nın 1.maddesinde amacın “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde bir hak olarak tanınan sağlık hizmetlerinden yararlanmanın sosyal adalete uygun bir şekilde” gerçekleştirilmesi olduğunun açıklanmasına; “tanımlar” başlıklı 2.maddesinde "Sağlık hizmetleri”nin “İnsan sağlığına zarar veren çeşitli faktörlerin yokedilmesi ve toplumun bu faktörlerin tesirinden korunması” olarak tanımlanmasına göre;
Yukardan beri saydığımız ve amaçlarını açıkladığımız yasaların ne derecede uygulandığını somut olaylara bakarak değerlendirmeye çalışalım:
3- Sağlığa zararlı olduğu ileri sürülen ürünler ve Devletin sorumluluğu
a) GDO’lu ürünler
Ükemizde tarım ve hayvancılık geriletilip, dış ülkelere muhtaç hale getirilmemizle birlikte, hormonlu ve genetiği değiştirilmiş ürünler ithal edilmeye başlanmış; daha kötüsü yerli tohumların yerini, daha fazla verim almak ve dayanıklılık sağlamak amacıyla GDO’lu tohumlar almış, tarım alanları aşırı ilaçlama ve yapay gübrelerle doğal yapılarını kaybetmiştir.
5977 sayılı Biyogüvenlik Yasasına uzmanlar kuşkuyla bakmakta, koruma amacının göstermelik olduğu, daha çok genetiği değiştirilmiş ürünlerin yaygınlaşmasına olanak sağlandığı kaygısını taşımaktadırlar. Uzmanlara göre, genetiği değiştirilmiş ürünlerin (GDO), sağlık riskleri henüz bilinmemektedir. Oysa, tükettiğimiz ürünlerin özelliklerinin “ürün güvenliği” açısından değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Biyoteknolojinin bilinçsiz ve denetimsiz uygulanması, çevrenin korunması ve biyoçeşitlilik yönlerinden bazı riskler taşımaktadır. Ayrıca, genetik olarak değiştirilmiş organizmaların (GDO) ve GDO ürünlerinin insan sağlığı üzerindeki, özellikle uzun dönemde yaratabileceği etkiler konusunda henüz yeterli bilgi yoktur. Bu teknoloji, halen gelişmiş birkaç ülkenin tekelinde olduğundan, bu alanda yeterli birikimleri olmayan (bizim gibi) ülkelerde özellikle tarımda dışa bağımlılığı artırmaktadır.
GDO’ların yararlarından sözedilmekte, besin kalitesini artırdığı, raf ömrünü uzattığı, bitkisel ve hayvansal ürün verimini artırdığı ileri sürülmekte ise de, zararları ve tehlikeleri daha ağır basmakta; genetiği değiştirilmiş ürünlerin doğal niteliklerini yitirdikleri, allerjik reaksiyonlara neden oldukları, toksik etkiler yarattıkları; çevreyi ve tarım topraklarını bozduğu; biyolojik ve genetik çeşitliliği tehdit ettiği söylenmektedir.
GDO’ların doğal çevreye ve “insan-hayvan” sağlığına zararsızlığının henüz bilimsel olarak tam anlamıyla kanıtlanamaması nedeniyle, Avrupa Birliği ülkeleri bunlara karşı “sakıngan” davranmaktadırlar.[3]
b) 5977 sayılı Biyogüvenlik Yasası’nın 3.maddesi 5.fıkrasında, GDO ve ürünlerinin:
aa) İnsan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevre ve biyolojik çeşitliliği tehdit etmesi,
bb) Üretici ve tüketicinin tercih hakkının ortadan kaldırılması,
cc) Çevrenin ekolojik dengesinin ve ekosistemin bozulmasına neden olması,
çç) GDO ve ürünlerinin çevreye yayılma riskinin olması,
dd) Biyolojik çeşitliliğin devamlılığını tehlikeye düşürmesi gibi durumlarda
yasaklanacağı;
Yasanın 5.maddesinde:
aa) GDO ürünlerinin onay alınmaksızın piyasaya sürülmesi,
bb)GDO ürünlerinin, Kurul kararlarına aykırı olarak kullanılması veya kullandırılması,
cc) Genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimi,
çç) GDO ve ürünlerinin belirlenen amaç ve alan dışında kullanımı,
dd) GDO ürünlerinin bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması durumlarında
yasaklanacağı açıklanmış olup, bütün bunların ne derece uygulandığını konuyu bilenlerin takdirine sunuyoruz.
Yasa’nın 7’nci maddesinden sonra gelen hükümlerine göre bunlardan Devletin ilgili birimleri sorumlu olacağına göre, bir zarar doğduğunda veya uzun sürede zararlı sonuçların ortaya çıkacağına ilişkin güçlü bulgular ortaya konulduğunda, bunları üreten ve satanlarla birlikte Devletin ilgili birimlerinin de dava edilebileceği kanısındayız.
b) Mısır şurubu (NBŞ)
Halkın sağlığını tehdit ettiği ileri sürülen ve sakıncaları saymakla bitmeyen ürünlerden biri de mısır şurubu (mısır nişastasından elde edilen tatlandırıcı), kısa adıyla “nişasta bazlı şeker”dir. Tıpkı 1950’li yıllarda tereyağının ve zeytinyağının zararlı olduğu kandırmacasıyla, halkımıza mısırözü yağı ve margarinin dayatılması gibi, bu da ABD kaynaklı, üstelik anılan ülke başkanının desteğiyle ülkemize yerleşen bir gıda devinin son derece zararlı olduğu söylenen ürünüdür.
Mısır şurubunun (NBŞ’nin) insan sağlığına etkileri şiddetle tartışılırken, ülkemizde tıpkı tarım ilaçlarında ve GDO’lu ürünlerde olduğu gibi, bu da kontrolsuzca kullanılmaktadır.
Bilim çevrelerinin hemen tamamına yakını, mısır nişastasından elde edilen şekerin (mısır şurubunun) kanserden kalp hastalıklarına ve karaciğer yetmezliğine kadar bir çok kronik hastalığa yol açtığını; NBŞ’de yüksek oranda bulunan fruktozun insülin direncini tetikleyerek şeker hastalığına ve siroza neden olduğunu, hormonal sistemleri bozduğunu, kanser hücrelerini artırdığını ileri sürmekte; “ölümcül zehir” olarak nitelemektedirler.
Son yıllarda mısır şurubu (NBŞ), yaygın biçimde ve giderek kullanım alanı artarak neredeyse tüm şekerli ürünlerde kullanılmakta; başta şekerlemeler, çikolata, gofret, bisküvi, kek, hamur tatlıları olmak üzere, kolalar,gazlı ve şekerli içecekler, ketçap vb. mısır şurubu içermekte; kimse bilim çevrelerinin uyarılarına kulak asmamaktadır.[4]
Devletin ilgili birimleri bu ürünün zararları hakkında bir çalışma yapmamakta, eğer zararlı ise önlenmesi yönünde bir girişimde bulunmamaktadırlar. Tersine bu ürünün daha çok kullanılması yönünde kararlar alınmaktadır. İlki 1956 yılında yürürlüğe konulan 6747 sayılı Şeker Kanunu, (söylenene göre İMF’nin dayatmasıyla) 2001 yılında 4634 sayılı Yasa ile değiştirilmiş, yeni Şeker Kanunu’nun 3.maddesinde nişasta kökenli şeker kotası yüzde 10 iken, 08.04.2015 gün 2015/7530 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’yla 250.000 ton olarak belirlenen NBŞ kotası, yüzde 30 oranında artırılmıştır.
Aslında ülke genelinde kullanım oranının yüzde 75’lere dayandığı, neredeyse tüm şirketlerin NBŞ kullandıkları; NBŞ üretimi AB ülkelerinde ortalama yüzde 2, Fransa’da binde 42, Almanya’da binde 89 iken, Türkiye’de yüzde 10’dan yüzde 50’ye çıkarıldığı söylenmektedir.
Yukarda, bilim çevrelerinden alıntılarla zararlı bir ürün olduğunu açıkladığımız mısır şurubu (NBŞ) kullanımının Bakanlar Kurulu Kararıyla artırılması karşısında, bir şekerli ürünün (henüz somut bir zarar doğmadan da) özellikle çocuklar için zararlı olduğuna ilişkin güvenilir ve inanılır bilim kurullarından rapor alınması koşuluyla, üretim ve satışının durdurulması için ilgili Bakanlığa başvurulabileceği, gereğinin yerine getirilmemesi durumunda İdari Yargı’da dava açılabileceği; uzun sürede bir zarar doğmuşsa, bir hastalık tetiklenmişse tazminat davasının söz konusu olabileceği kanısındayız. (Bu konuda açılan bir dava sonucu verilen Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı, yazımızın son bölümündedir.)
4703 sayılı Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuatın Hazırlanması ve Uygulanması Hakkında Kanun’un:
10.maddesinde Piyasa gözetimi ve denetimi, yönetmeliklerde belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde yapılır”
11.maddesinde “İlgili teknik düzenlemeye uygunluğu belgelenmiş olsa dahi, bir ürünün güvenli olmadığına dair kesin belirtilerin bulunması halinde, taşıdıkları risklere göre kısmen ya da tamamen bertaraf edilmesi veya yasaklanması sağlanır.”
Yasa uyarınca çıkarılan Ürünlerin Piyasa Arzı Gözetim ve Denetimine Dair Yönetmeliğin 7.maddesinde:
“Piyasaya arz edilen ürünlerin güvenli olması zorunludur. Bir ürünün güvenli kabul edilmesi için; ürünün bileşimi, ambalajlanması, montaj ve bakımına ilişkin talimatlar da dahil olmak üzere özellikleri; başka ürünlerle birlikte kullanılması öngörülüyorsa bu ürünlere yapacağı etkiler; piyasaya arzı, etiketlenmesi, kullanımı ve bertaraf edilmesi ile ilgili talimatlar ve üretici tarafından sağlanacak diğer bilgiler ve ürünü kullanabilecek risk altındaki tüketici grupları açısından değerlendirildiğinde, temel gerekler bakımından azami ölçüde koruma sağlaması gerekir” denilmesine göre,
Devletin sorumluluğu yukardaki maddelere ve elbette Anayasa’nın 56.maddesi 3.fıkrasındaki “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlama” yükümlülüğüne dayandırılacaktır.
c) Aflatoksin
İnsan gıdalarında, tahıllarda, yemlerde ve her türlü kuru yiyeceklerde rutubetin artmasına ve sıcaklığa bağlı olarak, mantar türleri hızla üreyerek mikotoksin (küf zehiri) denilen zararlı bir toksin (zehir) üretirler. Bunların en önemlisi “Aflatoksin”dir. Aflatoksinler, kuvvetli zehir ve kanserojen maddelerdir. En zehir etkili olanı hem kanser hem de gen yapısını değiştirebilen Aflatoksin B1’dir.
İnsanlar ve hayvanlar mikotoksinleri, aflatoksinle bulaşmış gıda ve yem maddelerini tüketerek alırlar. Ayrıca aflatoksin bulaşmış yemle beslenen hayvanların, yumurta, peynir ve süt gibi ürünlerine de toksin (zehir) bulaşmış olur. Bu yolla insanlara da geçmiş olur.
Aflatoksin oluşturabilen ürünler tahıllar, yağlı tohumlar, baharatlar, kuruyemiş ve kurutulmuş meyvalar, bazı hayvansal ürünlerdir.
Bu konuda yaptığımız araştırmalarda, pazar yerlerinde satılan bir çok üründe aflatoksin bulunduğu saptanmıştır. Ne yazık ki Pazar yerleri gerektiği gibi denetlenmemekte ve sağlıksız ürünlerin satılmasına ilgisiz kalınmaktadır.
Yem fabrikalarında ham madde olarak kullanılan soya, mısır gibi ürünlerde aflatoksin saptanmıştır. ABD’den gemi ambarlarında getirilen soya kırıntılarında uzun deniz yolculuğu boyunca aflatoksin oluştuğu, bunların denetlenmeden yem fabrikalarında öğütüldüğü, kafes tavuklarına bunların yedirildiği söylenmektedir.
Bu konuda da, 4703 sayılı Ürün Yasası’nın 11.maddesi uyarınca “ürünün güvenli olmadığına dair kesin belirtilerin bulunması halinde, taşıdıkları risklere göre kısmen ya da tamamen bertaraf edilmesi veya yasaklanması” gerekirken, Devletin ilgili birimlerinin bu görevlerini yerine getirmedikleri sonucuna varılmaktadır.
ç) Tarım ilâçları ve kimyasal gübreler
Ülkemizde antibiyotikler gibi, tarım ilaçları da gelişigüzel ve bilinçsizce kullanılmaktadır. Tarım ilaçlarının özelliklerinden biri de tek başına zehirli ve parçalanarak daha da zehirli yeni maddelerin oluşmasına neden olmasıdır. Tarımla uğraşmayan, kentte yaşayan insanlar da sebze ve meyvelerle, su ve solunum yoluyla bu zehirli maddelerden almaktadırlar. İlaçların pazarlanması denetimsizdir. Tarım alanlarının ilaçlanması sırasında hava koşulları gözetilmediği için etkileri rüzgarla yayılmaktadır. Satışının ve kullanımının izne bağlanması gerektiği yönünde görüşler dikkate alınmamaktadır.
Gübreler için de durum farklı değildir. Tarımsal üretimde yüksek verim elde etmek için kimyasal gübre uygulamaları zorunluluk olarak görülmektedir. Ancak uygulanan gübrelerin miktarları, çeşitleri ve uygulama zamanlarının farklılık göstermesi ve bu alandaki bilgi yetersizliği nedeniyle canlı sağlığı ve çevre olumsuz olarak etkilenmektedir. Yapılan yanlış gübre uygulamalarıyla topraklarda tuzlanma, ağır metal birikimi, besin maddesi dengesizliği, mikroorganizma etkinliğinin bozulması, sularda ötrofikasyon ve nitrat birikimi, havaya azot ve kükürt içeren gazların verilmesi, sera etkisi vb. sorunlar oluşmaktadır. Gübrelerin bilinçsiz ve fazla kullanımlarının oluşturacağı çevre ve sağlık sorunlarına ve sorunların giderilmesine yönelik çözüm önerilerine kimse kulak asmamaktadır.
Seralarda yetiştirilen sebze ve meyvalar ilaçlandıktan sonra, ilacın etkisi geçmeden ürün toplanıp pazarlara gönderilmekte olup, bu konuda da gerekli denetimler yapılmamakta; halkın sağlığı düşünülmemektedir. Tır araçlarıyla yabancı ülkelere gönderilen yaş sebze ve meyvaların geri çevrildiğinde, bunların pazarlara getirilip halkımıza yedirildiği sıkça görsel ve basılı yayın organlarında haber konusu olmaktadır.
d) Fast food beslenme ve çocukların sağlığı
Özellikle çocuklarımız için son derece zararlı olduğu söylenen “Fast food” denilen “ayaküstü” beslenme de bir ABD ürünü olarak yaşamımıza girmiş; onca uyarılara karşın ne anne babalar, ne de Devletin ilgili birimleri önlem alma girişiminde bulunmamışlardır. Genellikle hamburger, patates, kola birlikteliğindeki besin değeri düşük ve doymuş yağ oranı yüksek bu atıştırma biçiminin obeziteye, yüksek tansiyona, kalp hastalıklarına, diyabet ve osteoporoz vb. hastalıklara yakalanma riskini artırdığı söylenmektedir. Bu konuda da önlem alma yükümlüsünün Devlet olduğu düşüncemizi yineliyoruz.
e) Plastikler, pet şişeler, alimünyum vb. ambalaj maddeleri
Ambalaj, paketleme, saklama gibi işlerde ve mutfaklarda kullanılan bazı maddelerin insan sağlığını tehdit ettiği, çevreye geri dönülmez biçimde zarar verdiği konularında bilim çevrelerinin görüş birliği içinde olmalarına karşın, bunların kullanımı sürdürülmekte; yasaklanmamakta, bu gibi konularda çözüm üretilmemekte, önlem alınmamaktadır.
f) Oyuncaklar, okul araç ve gereçleri
Çoğu Çin’den ithal edilen ve kanserojen maddeler içerdiği kanıtlanan oyuncaklar ve okul araç gereçleri çocuklarımızın sağlığını tehdit etmekte; ancak ithali durdurulmamaktadır. Ancak bugünlerde her nasılsa, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Tüketicinin Korunması ve Piyasa Gözetimi Genel Müdürlüğü tarafından, 4703 sayılı Ürün Yasası uyarınca harekete geçilmiş ve gazetelerde yapılan ilanlarda görüleceği üzere zararlı ürünlerin ithali ve satışı yasaklanmaya başlanmıştır.
Bugüne kadar satılan ürünlerden dolayı çocuklarımız zarar görmüşlerse, bunun uzman raporlarıyla kanıtlanması durumunda, hem ithal eden ve satan firmalar ve hem de bunların ithal ve satışına izin veren Devletin ilgili birimleri dava edilebilecektir.
g) Kanserojen içeren giysiler, takılar, kozmetikler, temizleme maddeleri vb.
Bunlar için de, 4703 sayılı Ürün Yasası’nın 11.maddesi uyarınca “ürünün güvenli olmadığına dair kesin belirtilerin bulunması halinde, taşıdıkları risklere göre kısmen ya da tamamen bertaraf edilmesi veya yasaklanması” gerekirken, bu görevlerini yerine getirmediklerinin saptanması durumunda, ithal eden ve satan firmalarla birlikte Devletin ilgili birimleri dava edilebilecektir.
ğ) Çevre zararları
2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 9.maddesi
(a) bendinde: “Doğal çevreyi oluşturan biyolojik çeşitlilik ile bu çeşitliliği barındıran ekosistemin korunması esastır. Biyolojik çeşitliliği koruma ve kullanım esasları, yerel yönetimlerin, üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının ve ilgili diğer kuruluşların görüşleri alınarak belirlenir.”
(e) bendinde “Sulak alanların doğal yapılarının ve ekolojik dengelerinin korunması esastır.”
(f)bendinde “Biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilirliğinin sağlanması bakımından nesli tehdit veya tehlike altında olanlar ile nadir bitki ve hayvan türlerinin korunması esas olup, mevzuata aykırı biçimde ticarete konu edilmeleri yasaktır” denilmesine karşın,
Yöre halklarının direnmelerine aldırış edilmeyip, son yıllarda art arda yapımına başlanan hidro elektrik santralları (HES’ler) su kaynaklarını, ekolojik dengeleri bozmaya başlamış ve termik santrallar bulundukları yöreleri yaşanmaz hale getirmiştir.
Fabrikalardan akarsulara, göllere, denizlere salınan tehlikeli kimyasallar ve atıklar yüzünden tarım ve su ürünleri, hayvancılık ve doğal yaşam zarar görmektedir. Çoğu işletmeler arıtım tesisleri kurmamaktadır. Fabrika bacalarından çevreye yayılan dumanlar da ayrı bir konudur.
Yasa’nın 11.maddesinde: “Faaliyetleri nedeniyle çevreye olumsuz etkileri olabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler tarafından, faaliyetlerine ilişkin olası bir kaza durumunda, kazanın çevreye olumsuz etkilerini kontrol altına almak ve azaltmak üzere uygulanacak acil durum planları hazırlanması zorunludur. Buna ilişkin usul ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir” denilmiş; bu doğrultuda:
Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği, Çevre Sağlığı Denetimi Yönetmeliği, Çevre Ölçüm Ve Analiz Yönetmeliği gibi bir dizi yönetmelikler yürürlüğe konulmuş olup, bu yasa ve yönetmeliklere göre, hem özel şirketlere karşı adli yargıda ve hem de “hizmet kusuru” nedeniyle ilgili Devlet birimine karşı idari yargıda dava açılabilecektir.
Örneğin, elektrik açığını kapatacağı gerekçesiyle hidro elektrik santralı veya termik santral yapımına izin verilmiş ve her türlü işlemler yasal sınırlar içinde gerçekleşmiş olsa bile, yöre sakinleri bir zarar görmüşlerse, İdare Hukukuna özgü “kamu küfetlerinde eşitlik” ilkesi uyarınca idarenin zararı ödemesi gerektiği kabul edilmektedir.[5]
h) Maden ve kömür ocakları
Gerek yörede yaşayanlar gerek çalışanlar yönünden maden ve kömür ocaklarından kaynaklanan zararların sorumlusu, maden arama ve kömür çıkarma izinlerini veren ve çalışma koşullarını denetleme yükümlülüğünü gereği gibi yerine getirmeyen Devlet kurumlarıdır. Bilim çevreleri siyanürle altın çıkarılmasını sakıncalı bulmakta, halkımız bu izinlerin iptalini istemektedir. Kömür ocaklarının çoğu teknik donanımdan yoksun, ilkel şartlarda işçi çalıştırmakta, akılalmaz kazalar olmaktadır. Halka dağıtılan veya satılan niteliksiz kömürler havayı kirletmektedir. Bu konuda söylenecek çok söz vardır. Bunu, konunun uzmanlarına bırakarak, biz, maden işçileriyle ilgili bir hukuk sorununu açıklayalım:
Bilindiği gibi, başta Soma olmak üzere kömür ocaklarında pek çok kazalar olmakta, çok sayıda maden işçisi ölmektedir. Bu konuda açılan ceza davalarının gerektiğinden fazla uzaması bir yana, ölen işçilerin desteğinden yoksun kalanların tazminat hakları konusunda yanlış ve haksız bir uygulama yapılmakta, hak sahipleri mağdur edilmektedir. Daha açık anlatalım:
Soma kazasında ölen 301 madencinin yarıya yakını bekâr işçi olup, desteğinden yoksun kalanlar anne ve babalarıdır. Ancak bunlardan sigortalı işçi veya sigorta emeklisi olanlara, Sosyal Güvenlik Kurumu, ölen oğullarından dolayı gelir bağlamamaktadır. 5510 sayılı Yasa hükmü böyledir ve buna şimdilik bir diyeceğimiz yoktur. Ancak, Yargıtay’ın iş kazalarına bakan Özel Dairesi, öteki dairelerin ve Hukuk Genel Kurulu’nun yerleşik kararlarına ve Sorumluluk Hukukunun temel ilkelerine aykırı olarak, Sosyal Güvenlik Kurumu’nca gelir bağlanmamasını bir dava şartı olarak görüp, (sigortalı işçi veya sigorta emeklisi olan) anne-babaların, ölen oğullarından dolayı destek tazminatı istemlerini reddetmektedir. Böylece maden kazasının sorumlusu şirket, hem Kurum’un rücu davasından ve hem de destek tazminatından kurtulmakta; haksız ve adaletsiz bir durum ortaya çıkmaktadır. Oysa Sorumluluk Hukuku alanında yetkin görüş şunu söylemektedir:
“Tazminat alanı ile sosyal güvenlik alanı birbirinden ayrıdır. Zararı giderme, kural olarak, zarara sebebiyet verenin yükümlülüğüdür. Buna karşılık sosyal güvenliği sağlama toplumun (Devletin) yükümlülüğüdür. Bu iki alan birbirinden ayrılmadığı sürece, hukukun tekdüze uygulanması amacına, adaletli bir çözüme ulaşamayız.” [6]
Özel Daire’nin, iş kazasında ölen oğullarından dolayı (kendileri sigortalı oldukları için) destek tazminatı alamamalarına karşılık, örneğin çok zengin bir ailenin trafik kazasından ölen ve kendisi de yüksek bir kazanca sahip olan oğullarından dolayı alabildikleri destek tazminatı çok yüksek olmakta; haksızlık ve çelişki şuradadır ki, iş kazasında oğulları ölen yoksul ana-baba hiç tazminat alamazken, trafik kazasında oğulları ölen zengin ana-baba çok yüksek miktarda tazminat almaktadırlar. Bu hukuk ayıbına son verilmesi için “İçtihadı Birleştirme” başvurusu yapılmış olup, olumlu sonuç beklenmektedir.
IV-TEDAVİ EDİCİ SAĞLIK HİZMETLERİ
1- Yasal düzenlemeler
a) Anayasa’nın 56.maddesini bir kez daha anımsayalım. Maddenin 3.fıkrasına göre:
"Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak (…) amacıyla, sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.”
Maddenin 4.fıkrasına göre, Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.”
Bu yükümlülükler, gene Anayasa'nın 5.maddesine göre "sosyal hukuk devleti" olmanın bir gereğidir.
b) 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun 3.maddesi (a) bendine göre:
“Sağlık kurum ve kuruluşları yurt sathında eşit, kaliteli ve verimli hizmet sunacak şekilde Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığınca, diğer ilgili bakanlıkların da görüşü alınarak planlanır, koordine edilir, malî yönden desteklenir ve geliştirilir.”
3.maddenin (b) bendine göre: “Bütün sağlık kurum ve kuruluşları ile sağlık personelinin ülke sathında dengeli dağılımı ve yaygınlaştırılması esastır. Sağlık kurum ve kuruluşlarının kurulması ve işletilmesi bu esas içerisinde Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığınca düzenlenir.”
3.maddenin (i) bendine göre: “Sağlık hizmetlerinin yurt çapında istenilen seviyeye ulaştırılması amacıyla; kamu ve özel sağlık kuruluşları ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları arasında koordinasyon ve işbirliği yapılır. Sağlık kurum ve kuruluşları coğrafik ve fonksiyonel hizmet alanları, verecekleri hizmetler, yönetim, hizmet ilişki ve bağlantıları gibi konularda tespit edilen esaslara uymak ve verilen görevleri yapmakla yükümlüdürler. Çağdaş tıbbî bilgi ve teknolojinin ülkeye getirilmesi ve teşviki sağlanır.”
c) 3359 sayılı yasa uyarınca hazırlanıp 27.03.2002 gün 24708 sayılı RG’de yayınlanarak yürürlüğe konulan Özel Hastaneler Yönetmeliğinde, kimlere ve hangi koşullarda ruhsat verileceği, teknik donanım ve personel sayısının nasıl olması gerektiği, uyulması zorunlu kurallar, acil sağlık hizmetleri yükümlülükleri gibi bir çok konular açıklanmış olup, bunların yasa ve yönetmeliğe göre uymaları gereken kuralları ve çalışmaları, Anayasa’nın 56.maddesi 4.fıkrasında açıklandığı gibi Sağlık Bakanlığı tarafından denetlenecektir.
2- Devletin kamu ve özel ayrımı yapılmaksızın tüm sağlık kuruluşlarından ortaklaşa sorumluluğu
a) Tedavi edici sağlık hizmetlerinin gerçekleştirilmesinde yukarda Anayasa’nın 56.maddesinde ve Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nda açıklandığı gibi Devlet, hem kamu hastanelerinden hem özel hastanelerden sorumludur. Arada nitelikçe bir fark yoktur. Sağlığı bozulan ve tedavi edilmesi gereken bir yurttaş, Sağlık Hukuku önünden bir “hasta” ve Tüketici Hukuku yönünden “hizmet alıcı”dır. Tedaviyi ister kamu hastanesi, ister özel hastane üstlenmiş olsun, sorumluluk yönünden her iki sağlık kuruluşu da eşittir. Tek fark ülkemize özgü bir düzenleme gereği, kamu hastanelerinin sorumluluğunda “idari yargı”nın, özel hastanelerin sorumluluğunda “adli yargı’nın görevli olmasıdır. Hastaya, Tüketici Yasası yönünden “hizmet alıcı” diyorsak, İdare Hukuku yönünden de aynı gözle bakmalıyız. Şu yorumlama biçimine göre, Devlet, kamu ve özel kesim ayrımı yapılmaksızın hastalanan yurttaşlar karşısında bir “sağlık hizmeti sağlayıcısı”dır.
İşte bu nedenlerle, tıbbi hatalar, tedavi eksikliği ya da tedavide gecikme yüzünden zarar gören yurttaşlar, özel hastanelere karşı açtıkları davalardan ayrı olarak, bazı durumlarda ve aynı konuda Devlete (Sağlık Bakanlığı’na karşı) dava açabileceklerdir. Bu konuda somut örnekler aşağıda “özel hastanelerden sorumluluk” bölümünde verilecektir. Ama ondan önce kamu hekimlerinin “görevden ayrılabilir kişisel kusurları” üzerinde durmak istiyoruz.
b) Nasıl ki, özel hastanede görevli hekimlerin tıbbi hataları nedeniyle, hem özel hastaneye ve hem de hekime karşı dava açılabiliyorsa, kamu hekimlerinin “görevden ayrılabilir kişisel kusurları” bulunması durumunda, hem onları çalıştıran kamu kurumuna karşı (Sağlık Bakanlığı, üniversiteler vb.) idari yargıda ve hem de hekimlere ve sağlık personeline karşı “adli yargı”da dava açılabilir. Özellikle kamu hekimleri hakkında, tıbbi hata nedeniyle ceza davası açılıp mahkûmiyet kararı verilmişse, böyle bir uygulama kesindir. Davalardan hangisi önce biterse (adli veya idari yargı) öteki konusuz kalmış olur. Giderek birinden eksik alınan tazminat, diğerine tamamlatılabilir.
Kamu görevlilerinin “görevden ayrılabilir kişisel kusurları” konusunda Yargıtay’ca düzenli ve tutarlı kararlar verilmekte iken, bir ara Hakimler ve Savcılar Kanunu’na 6110 sayılı Kanun’la eklenen 93/A maddesi 1/b fıkrasındaki “hakimlerin ve savcıların kişisel kusurları nedeniyle haklarında dava açılamayacağı” hükmünün etkisinde kalınarak, kamu hekimlerine karşı da adli yargıda tazminat davası açılamayacağı yönünde kararlar verildiği olmuş; ancak kısa bir süre sonra 6526 sayılı Yasa’nın 19/a maddesiyle Hakimler ve Savcılar Kanunu’na 6110 sayılı yasa ile eklenen 93/A maddesi yürürlükten kaldırıldığı için, yeniden önceki uygulamaya dönülmüştür.
Bugün artık, tıbbi hatalardan dolayı bir yandan “idari yargı’da Sağlık Bakanlığına veya ilgili kamu kurumuna karşı dava açılabilirken, aynı anda ve aynı konuda “görevden ayrılabilir kişisel kusuru” olan hekime ve diğer sağlık personeline karşı da “adli yargı’da tazminat davası açılabilmektedir.
Burada sorun, kişisel kusurları nedeniyle hekim ve sağlık personeline karşı görevli mahkemenin hangisi olacağıdır: Asliye hukuk mahkemesi mi, Tüketici mahkemesi mi ?
Bu konuda bizim görüşümüz, ölüm ve bedensel zararlar nedeniyle asliye hukuk mahkemesinde; bakım ve tedavide eksiklik, ücret ve hizmet uyuşmazlığı gibi konularda tüketici mahkemesinde dava açılmasının uygun olacağı yönündedir.
3- Devletin, özel hastanelerden ortaklaşa sorumluluğu
Yukarda açıklanan Anayasa’nın 56.maddesindeki Devletin, “sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini” sağlayacağına ve bu yükümlülüğünü “kamu ve özel kesimlerdeki sağlık kuruluşlarını denetleyerek yerine getireceğine” ilişkin hükme ve Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’ndaki Sağlık Bakanlığı”nın sorumluluğuna ilişkin hükümlere ve Özel Hastaneler Kanunu ile buna bağlı Yönetmelikteki özel hastane açma ruhsatı verilmesine ve çalışma koşullarına ilişkin hükümlere dayanılarak,
Özel sağlık kuruluşlarındaki tedavilerden, tıbbi elatmada eksikliklerden veya sağlık hizmetlerinin savsaklanmasından dolayı zarar gören kişiler veya yakınları, özel hastanelerin bağlı olduğu şirketlere ve kişisel kusuru bulunan hekimlere karşı adli yargı’da açacakları davaların yanı sıra, ayrıca ve aynı konuda idari Yargı’da Devlete (Sağlık Bakanlığına veya üniversitelere) karşı tazminat davası açabilirler. Hangi dava önce sonuçlanıp tazminat alınırsa, öteki dava konusuz kalmış olur. Ya da birinden eksik tazminat alınmışsa, öteki davada eksik tamamlanır.
Bu konuda açılan davalar kabul edilmekte ve olumlu sonuçlar alınmaktadır. Aşağıda bunun bir örneğini veriyoruz:
Olay ve dava şöyledir:
a) Özel bir hastanede "guatr" ameliyatı sonrası, hastanenin işletme ve ameliyat ruhsatı bulunmasına karşın, ameliyathanenin ve personelin yetersizliği, aletlerin eskiliği ve steril olmaması, ameliyat sonrasında oluşan komplikasyonun önlenememesi nedeniyle hasta ölmüş; Sağlık Bakanlığı görevlileri tarafından yapılan inceleme ve denetimlerde özel hastanenin pek çok eksikleri tespit olunup ruhsatı iptal ve faaliyetten men edilmiştir.
Bunun üzerine, ölenin yakınları, hem tıbbi hata nedeniyle hastane, hekim ve sağlık personeline karşı "adli yargı"da ve hem tıbbi yönden donanımsız hastaneye ruhsat veren Sağlık Bakanlığına karşı "idari yargı"da ayrı ayrı maddi ve manevi tazminat davaları açmışlardır.
b) İdari Yargı'da sonuçlanan davada mahkeme, "Özel hastane üzerinde denetim ve gözetim görevini gereği gibi yerine getirmeyen, ruhsat verdiği hastanedeki eksikliklerin ve yetersizliklerin giderilmesi için yasal müeyyideleri kullanma yetkisi bulunmasına karşın, bu yetkilerini zamanında kullanmayan İdare'nin hizmet kusuru bulunduğu" gerekçesiyle davanın kabulüne karar vermiş; karar Danıştay tarafından onanmış; hüküm altına alınan tazminat Sağlık Bakanlığı’ndan tahsil edilmiştir. (İstanbul 3.İdare Mah. 30.12.2003 gün E.2001/1622 K.2003/1505 sayılı kararı ve kararı onayan Danıştay 10.Dairesi 25.05.2007, E.2004/12187 K.2007/3052 sayılı kararı.)
c) Adli Yargı'da açılan davada, mahkeme, İdari Yargı'da maddi ve manevi tazminata hükmedildiği, kesin hüküm oluştuğu; bu durumda İdare'nin özel hastane ve personeline rücu hakkı bulunduğu; aynı olay nedeniyle mükerrer tazminata hükmedilemeyeceği gerekçesiyle davanın reddine karar vermiş;
Bu karar Yargıtay'ca onanmış iken, karar düzeltme istemi üzerine, "her iki davanın davalılarının farklı olduğu, İdare Mahkemesi kararı bu davada kesin hüküm değil, kesin delil olacağı; davacıların bu davayı açmada hukuki yararları bulunduğu gözetilerek, davanın esasına girilmesi, tahsilde tekerrür olmamak koşuluyla, bir karar verilmesi gerektiği" görüşüyle yerel mahkeme kararı bozulmuştur. (Fatih 1.As.Huk.Mh. 24.02.2011, E.2010/583 K.2011/72 sayılı kararı ve bu kararın bozulmasına ilişkin Yargıtay 13.Hukuk Dairesi 24.07.2012, E.2012/14302 K.2012/20835 sayılı kararı.)
4- Devletin özel hastanelerden sorumluluğuna ilişkin başka örnekler
a) Özel Hastaneler Yönetmeliği’nin 5 ve 6’ncı maddelerinde bina, hizmet ve personel standartları açıklanmış; Ek-1 maddede özel hastanelerde bulundurulacak asgari personel sayılı ve nitelikleri belirtilmiştir. Ayrıca 5.maddede, yirmi dört saat süreyle sürekli ve düzenli olarak, bir veya birden fazla uzmanlık dalında hastalara ayakta ve yatırarak muayene, teşhis ve tedavi hizmeti verileceği; 24.maddesinde ameliyathanelerin ve 25.maddesinde yoğun bakım ünitesinin nasıl olması gerektiği açıklanmıştır.
Eğer yeterli hekim ve sağlık personeli bulunmaması, tedavi tesis ve ünitelerinin eksikliği ve yetersizliği, ameliyathane ve yoğun bakım ünitelerinin elverişsizliği nedeniyle hastalar zarar görürlerse, bundan hem özel hastaneyi işletenler ve hem de gerekli denetimleri yapmayan Sağlık Bakanlığı sorumlu olacaktır.
b) Yönetmeliğin 26.maddesinde “acil ünitesinin” nasıl hizmet vermesi gerektiği açıklanmış; “acil hizmetler” başlıklı 39.maddesinde:
“Özel hastanelerde, acil sağlık hizmeti verilmesi ve acil vakaların hastanın sağlık güvencesi olup olmadığına veya ödeme gücü bulunup bulunmadığına bakılmaksızın kabul edilmesi; gerekli tıbbi müdahalenin kayıtsız-şartsız ve gecikmeksizin yapılması zorunludur. Hizmet bedelinin tahsiliyle ilgili işlemler, acil müdahale ve bakım sağlandıktan sonra yapılır.
Özel hastane, acil olarak gelen hastalara yeterli personeli veya donanımı olmadığı, ilgili birimi veya boş yatağı bulunmadığı, hastanın sağlık güvencesi olmadığı ve benzeri sebepler ile gerekli acil tıbbi müdahaleyi yapmaktan kaçınamaz” denilmiştir.
Yukardaki özellikleri içermeyen bir özel hastaneye getirilen yaralı veya ağır hastaya acil müdahale yapılmayıp kapıdan çevrilir ve bu yüzden hasta ölürse, hastane yönetimi ile birlikte bunları gereği gibi denetlemeyen Sağlık Bakanlığı sorumlu olacaktır.
5- Sağlık Bakanlığı’nın özel hastanelerden sorumluluğuna ilişkin Danıştay kararı
Dava,Özel Hastaneler Yönetmeliği’nin 60.maddesi ile Ek:2 Özel Hastaneler Denetim Formunun 39.maddesine aykırı hareket edilmesi nedeniyle, özel hastanenin bir süre faaliyetten men edilmesine ilişkin işlemin iptali istemine ilişkin olup, İdare Mahkemesinin davanın kabulüne ilişkin kararı bozulmasına ilişkin Danıştay 15.Daire’nin 22.01.2016 gün E.2015/5630 K.2016/20216 sayılı kararının gerekçesinde şöyle denilmiştir:
Özel Hastaneler Yönetmeliğinin dayanağını oluşturan 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu'nun 1. maddesinde, Kanunun amacının, sağlık hizmetleri ile ilgili temel esasları belirlemek olduğu, 2. maddesinde, Milli Savunma Bakanlığı hariç bütün kamu Kurum ve kuruluşları ile özel hukuk tüzelkişileri ve gerçek kişileri kapsadığı, 9. maddesinin (c) bendinde ise, bütün kamu ve özel sağlık kuruluşlarının tesis, hizmet, personel, kıstaslarını belirlemeye, sağlık kurum ve kuruluşlarını sınıflandırmaya ve sınıflarının değiştirilmesine, sağlık kuruluşlarının amaca uygun olarak teşkilatlanmalarına, sağlık hizmet zinciri oluşturulmasına, hizmet içi eğitim usul ve esasları ile sağlık kurum ve kuruluşlarının koordineli çalışma ve hizmet standartlarının tespiti ve denetimi ile bu Kanunla ilgili diğer hususların Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle tespit edileceği kurala bağlanmıştır.
3359 sayılı Kanun'un anılan hükmüne göre, sağlık hizmetlerine dair temel bir kanun olan 3359 sayılı Kanun'un, bu hizmete dair bir çok düzenlenmenin Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle yapılmasını öngörerek, tıbbi alandaki ihtiyaçlar ve teknolojik gelişmeler nedeniyle sürekli gelişen ve değişen bir kamu hizmeti alanı olan sağlık hizmetine dair idari politikaların daha etkin bir şekilde uygulanabilmesi için idareye geniş bir yetki alanı tanıdığı açıktır.
Kanun tarafından tanınan yetki alanlarından biri de “sağlık kurum ve kuruluşlarının koordineli çalışma ve hizmet standartlarının tespiti ve denetimi” olarak belirtilmiştir. Sağlık kurum ve kuruluşlarının hizmet standartlarının tespiti ile bu standartlara uyulup uyulmadığının denetimi de bütünlük içinde yürütülmesi gereken hizmetlerdir. Kanun'un hizmet standartlarını belirlemeyi ve belirlenecek standartlara uyulup uyulmadığını denetleme görevini idareye vermesinin doğal sonucu da hizmet standartlarına uymayanlara uygulanacak yaptırımları belirlemektir. Aksi halde denetimin işlevselliği kalmayacaktır. Bu itibarla, 3359 sayılı Kanunun idareye verdiği yetkilerin, yaptırım belirlemeyi de kapsadığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda, dava konusu yaptırımın yasal dayanağının 3359 sayılı Kanun'un yukarıda yer verilen hükümleri olduğu sonucuna varıldığından, dava konusu işlemin yetki, şekil, sebep, konu ve maksat unsurları yönünden hukuka uygun olup olmadığının incelenmesi gerekirken, yasal dayanağının bulunmadığı gerekçesiyle verilen kararda hukuki isabet görülmemiştir.
V-SAĞLIĞA VE ÇEVREYE ZARARLI BİR
FABRİKA HAKKINDA KARAR
1- Halkın sağlığına aykırı ve çevreye zararlı bir fabrika kuruluşu
Bursa’nın Gemlik ilçesinde verimli tarım toprakları üzerinde kurulan ve halen nişasta bazlı şeker (mısır şurubu) üretmekte olan fabrikanın kuruluş aşamasında, idari yargıda açılan dört ayrı davada iptal kararları verilmesine karşın, Devletin ilgili birimleri idare mahkemesi iptal kararlarını uygulamamışlar; yasalara aykırı biçimde fabrikanın kurulmasına, faaliyete geçmesine izin vermişlerdir.
Bu konuda açılan davalar ve en son Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararının özet açıklaması aşağıdadır.
2- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 25.11.2009 gün E.2009/4-453 K.2009/553 sayılı “Doğaya, çevreye ve sağlığa zararlı “Nişasta Fabrikası”nın kuruluşuna ilişkin idari kararların iptali üzerine açılan tazminat davasının kabulüne ilişkin” kararı şöyledir, özetle:
Dava konusu ve gelişimi:
1. Davacılar, Başbakanlık Yüksek Planlama Kurulu kararıyla kuruluşuna izin verilen Nişasta Fabrikasının, verimli tarım alanları içerisinde yer aldığı, böyle bir yerde sanayi tesisi kurulmasının tarım alanlarının azalmasına yol açacağı, doğa ve çevreye zararlar vereceği düşüncesi ile kararın iptali istemiyle dava açmışlar; İdare Mahkemesince iptal kararı verilmiş;
2. Bunun üzerine, Valilik İl İdare Kurulu’nca imar planı değişikliği yapılıp inşaat ruhsatı verilmesi üzerine; buna karşı da dava açılıp iptal kararı alınmış;
3. Ardından, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nca davaya konu mevzi imar plan değişikliği yapılmış; buna karşı da dava açılıp iptal kararı alınmış;
4. Bu kez, idari yargının iptal kararlarını etkisiz kılmak için imar planı tekrar değiştirilmiş ve değişikliğe uygun inşaat ruhsatı verilmiş ise de, buna karşı da dava açılıp iptal kararı alınmış;
5. Ayrıca, tesise deşarj ve emisyon izin belgeleri verilmesine ilişkin Bursa İl Mahalli Çevre Kurulunun kararının da iptaline karar verilmiş;
Böylece idari mahkemelerinden (5) ayrı iptal kararı alınmış olmasına ve iptal edilen idari kararlar nedeniyle, fabrika tamamen izinsiz ve ruhsatsız hale gelmiş olmasına göre, faaliyetine son verilmesi gerekirken, kuruluşunu tamamlamış;
Ve Başbakan tarafından imzalanmış olan 6.6.2003 tarihli yazı ile fabrikanın işletilmesine devam edilmesi bildirilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Dava, idari yargı kararlarının uygulanmaması nedeniyle tazminat istemine ilişkindir.
1) Davacılar, davalıların amacının, Cargill AŞ'nin nişasta fabrikası kurmasına olanak yaratmak olduğunu, diğer idari birimlerin de bu karar doğrultusunda idari işlem tesis ettiklerini, hukuka aykırı kararların oluşturulmasında tam bir eylem birliği içinde olduklarını, mahkemelerce verilen iptal kararları karşısında söz konusu tesis faaliyeti durdurulması zorunlu kaçak yapı haline gelmiş olmasına rağmen, tam kapasite ile üretim yapmaya devam ettiğini, kararların uygulanması için ilgili ve yetkili idari birimlere İYUK.md.28 uyarınca başvurularak, otuz gün içinde yargı kararlarının uygulanmasının istendiğini;
Ancak, davalı kamu görevlilerinin, yasaca tanınan süre içinde karar gereklerini yerine getirmediklerini, davaya konu iptal kararının davalılarca uygulanmamasının davacıları manevi yönden zarara uğrattığını; anılan davalarda güdülen hedefin sağlıklı ve düzenli bir çevrede yaşamak, gelecek kuşaklara kirlenmemiş bir çevre bırakmak olduğunu, çevre hakkının insan hakkı olup, hukukun koruması altında bulunduğunu, kamu görevlisi olan davalılarca yargı kararlarının uygulanmaması ve hukuka aykırı davranılmasının, davacıların Anayasal düzene karşı inanç ve güvenlerinin sarsılmasına yol açtığını, büyük acı ve üzüntü duyduklarını, manevi tazminat talep hakları doğduğunu ileri sürmüşlerdir.
2) İdari yargı kararlarının kesinleşmesinden sonra davacılar, bu kararları uygulamakla görevli olan davalılara yazılı uyarı ile bildirim yaparak iptal kararları doğrultusunda uygulama yapılmasını istemişlerdir. İdare hukukunun genel kuralları içerisinde asıl olan, bir idari kararın iptali halinde, iptal edilen karardan önceki durumun sağlanmasıdır. Ancak ne var ki, dava konusu olayda davalılar bu konuda üzerine düşen görevi yerine getirmemişlerdir.
3) Açılan idari davalar sonucunda, fabrikanın büyüklüğü ve niteliğine göre tarım alanı içerisinde kurulmasının hukuka uygun olmadığı temel gerekçesi ile alınan idari kararlar iptal edilmiştir. Bundan sonra yapılması gereken, kesinleşen idare mahkemesi kararlarının hiçbir surette değiştirilmeden ve gecikmeden uygulanmasıdır. (Anayasa madde 138/4) Ancak, yukarıda açıklandığı üzere idare mahkemesi kararlarının uygulanması mümkün olmamıştır.
4) Yine alınan idari yargı kararlarını etkisiz kılmak ve fabrikanın faaliyetine devamını sağlamak için, Bakanlar Kurulu 5/5/2005 tarihinde aldığı kararla; "…Cargill Tarım Sanayi ve Ticaret A.Ş.'ye ait mısır işleme tesislerinin bulunduğu toplam 212.240 m2 büyüklüğündeki alanın Özel Endüstri Bölgesi olarak ilan edilmesi; Endüstri Bölgeleri Koordinasyon Kurulunun 5/4/2005 tarihli ve 2005/01 sayılı Kararına dayanan Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın 26/4/2005 tarihli ve 5022 sayılı yazısı üzerine, 4737 sayılı Kanunun geçici 2 nci maddesine göre, Bakanlar Kurulu'nca kararlaştırılmıştır."
Başbakanlık aleyhine davacılar ve arkadaşları tarafından bu Bakanlar Kurulu Kararının iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemi ile dava açılmış, Danıştay 10. Dairesi 8/6/2006 gün ve 2005/6613 E.sayısı ile verdiği karar ile sözü edilen Bakanlar Kurulu Kararının yürütmesinin durdurulmasına karar vermiş, ne var ki, tüm bu kararlara rağmen fabrika faaliyetine devam etmiştir.
5) Davacılar, yaşadıkları bölgede kurulan fabrikanın verimli tarım alanları içerisinde yer aldığı, böyle bir yerde sanayi tesisi kurulmasının tarım alanlarının azalmasına yol açacağı, doğa ve çevreye zararlar vereceği düşüncesi ile açmış oldukları idari davalar ile bunun önlenmesini amaçlamışlardır.
Özel hayatında sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama haklarının korunması amacıyla açılan davalarda, (Anayasa madde 56- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi madde 8) davacıların, yargı kararlarının uygulanmamasından doğan zararlarını isteme hakkına sahiptirler.
SONUÇ:
Hal böyle olunca, idari yargı kararlarını uygulamakla yükümlü yerel yöneticilerin idari yargı kararlarını uygulamayıp, fabrikanın faaliyetini devam ettirmesi yönünde emir ve talimat veren, yine idari yargı kararlarının geçersiz kılınması için bu yöreyi özel endüstri bölgesi ilan eden Başbakan ile idari yargı kararlarının uygulanması konusunda üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeyen Bayındırlık ve İskan Bakanının kararların infaz edilmemesinden sorumlu bulunduğu anlaşılmakla, Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
[1] Eriş Ülger, Atatürk Milliyetçiliği (Parola Yayınları)
[2] Osman Nuri Koçtürk, Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi,
Toplum Yayınları, 1966).
[3] Yusuf Güleşçi, Amerika, Avrupa ve Türkiye’de Biyogüvenlik Uygulamaları ve 5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu’na Eleştirel Bakış (Ankara Barosu Sağlık Hukuku Digestası, 2012) - Mustafa Kaymakçı, mustafakaymakci@ege.edu.tr
[4] Gökhan Günaydın, Türkiye Şeker Sektörü Analizi, Ziraat Mühendisleri Odası Yayını, Ankara 2001- Metin Aydoğan, Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler –Bitmeyen Oyun, Kum Saati Yayınları, İstanbul 2002 – Taylan Kıymaz, Türkiye’de ve Dünyada Şekerin Geleceği, Tarım ve Mühendislik, sayı:64-65, Ankara 2003 – B.Remzi Suiçmez, Tarımla İlgili Değerlendirmeler, Türkiye Sempozyum Kitabı, Ankara 2003 – Dr.Yavuz Dizdar, Pankobirlik Dergisi
[5] Ş. Gözübüyük /T.Tan, İdare Hukuku, C.II, 8.bası, 2016, sf.664.
[6] Hüseyin Hatemi, Ölüm ve Cismani Zarar Hallerinde Tazminatın Hesaplanması Sempozyumu, Ankara,1993, Batider Yayını,sf.5