ÖZET:
Teknolojik gelişmelerin, teknolojinin yarattığı ürünlerin, tehlikeli işletmelerin ve her alanda teknolojinin kullanılmasının, insan sağlığı üzerindeki etkileri, çoğu kez kanıtlanması zor ya da tartışmalı dava konuları olabilmektedir. Kişileri bedence ve ruhça etkileyen, organ yitimine veya zayıflamasına ya da çeşitli hastalıklara yakalanmalarına neden olabilen, ayrıca sinirsel ve ruhsal sarsıntılara uğratan etkenlerin başında tehlike saçan, havayı, suyu, toprağı kirleten işletmeler ile teknoloji ürünü aygıtlar gelmekte; bunu doğal yapısı değiştirilmiş besinler ile kanserojen içeren giysiler, takılar, kozmetikler, temizleme maddeleri, okul araç ve gereçleri; tarımda kullanılan yapay gübreler ve tarım ilaçları, plastikler ve çeşitli ambalaj malzemeleri izlemektedir.
Bugün için insan sağlığını tehdit eden tehlikelerin yanı sıra, her geçen gün gelişen ve değişen teknolojinin yarattığı ürünlerin de ilerde zararlı etkileri olabileceği üzerinde de durulmalıdır. Örneğin bugün yaygın bir biçimde kullanılan tıbbi araç ve gereçlerin, hastalığı belirleme amaçlı tomografi, ultrason gibi aygıtların; zararsız denilen bazı besinlerin ve eşyaların; tehlike sınırının altında olduğu ileri sürülen baz istasyonlarının, radyo ve televizyon antenlerinin, yüksek gerilim hatlarının, cep telefonlarının, bazı mutfak araç ve gereçlerinin uzun yıllar sonra zararlı sonuçlarının ortaya çıkabileceği, insanların bütün bu teknoloji ürünleri yüzünden bir takım hastalıklara yakalanabilecekleri olasılıkları üzerinde durulmalı; bilimsel ve deneysel araştırmalar sonucu olası tehlikeleri belirlenmişse, önlenmesi yönünde yetkili makamlara başvurulabilmeli; sonuç alınamaması durumunda bütün bunlar dava konusu edilebilmeli; Devlete ve sorumlulara karşı davalar açılabilmelidir.
I- GENEL OLARAK BEDENSEL ZARARLAR
1- Tanım
Haksız eylem veya hukuka aykırı bir olay sonucu yararlanan kişinin geçici veya kalıcı olarak organ yitimine veya organ zayıflamasına uğraması ile meslek hastalığına yakalanmasına “bedensel zarar” denilmektedir.
Ancak bu tanım eksik olup, buna günümüz koşullarında tehlikeli işletmelerden, teknolojinin yarattığı araç, gereç ve aygıtlardan, çevre (hava, su, toprak) kirlenmelerinden, sanayi ürünlerinden ve doğal yapısı değiştirilmiş besinlerden kaynaklanan ve zamanla ortaya çıkan hastalıkları da eklemek ve bunları da “bedensel zarar” kapsamında değerlendirmek gerekmektedir.
2- Bedensel zarar türleri
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 54.maddesine ve önceki 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 46.maddesine göre, tazminat istemeyi gerektirecek bir olay sonucu yaralanan kişinin maddi zararları, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 18-19 maddelerindeki ve ondan önceki 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun 16-20.maddelerindeki tanımlardan yararlanılarak şöyle bölümlendirilebilir:
1) Geçici işgöremezlik nedeniyle güç ve kazanç kaybı
2) Sürekli işgöremezlik (kalıcı sakatlık) nedeniyle çalışma ve beden gücü kaybı
a) Sürekli kısmi işgöremezlik
b) Sürekli tam işgöremezlik
3) Yaşam boyu bakım giderleri
4) Tedavi giderleri ve tüm iyileşme süresince yapılan her türlü masraflar.
5) Ekonomik geleceğin sarsılmasından doğan kayıplar
6) Meslek hastalıkları
Yukardaki bedensel zarar türlerine, meslek hastalıklarına neden olan koşulları örnekseyerek, teknolojinin yarattığı makine, araç, gereç ve aygıtlardan, çevre (hava, su, toprak) kirlenmelerinden, düzensiz ve denetimsiz kentleşmelerden, sanayi ürünlerinden, doğal yapısı değiştirilmiş besinlerden kaynaklanan ve zamanla ortaya çıkan hastalıkları da eklemeliyiz.
Aşağıda ana konumuz olarak bunların üzerinde durulacaktır.
3- Bedensel zararların oluşu, belirlenmesi ve öğrenilmesi
a) Bedensel zararlar çoğu kez yaralanma anında belli olur. Kol ve bacak gibi bir organın kaybı, anında belli olan bedensel zarar türüdür. Organ zayıflaması ise, yaralanan kişinin geçirdiği ameliyat ve tedavi sonrasında belli olan bedensel zarar türüdür. Meslek hastalığı, iş yeri koşullarından kaynaklanan ve zamanla ortaya çıkan bedensel zarar türüdür.
b) Tüm bedensel zarar türlerinde öğrenme olgusu, dava koşulları ve zamanaşımı yönünden önem taşır. Yargıtay’ın yerleşik kararlarına göre, bedensel zararlar (organ kaybı gibi) hemen olay anında belli olsa bile, zamanaşımının işlemeye başlaması için, beden gücü kaybına ilişkin kesin raporun verilmiş ve bunun zarar gören tarafından “öğrenilmiş” olması gerekir.
c) Öğrenme olgusu, zamanla ortaya çıkan bedensel zarar türü olarak “meslek hastalıklarında”farklı değerlendirilmek gerekmektedir. Meslek hastalığı, işçinin çalıştırıldığı işin niteliğine ve işyeri koşullarına göre tekrarlanan bir nedenle veya işin yürütüm koşulları yüzünden uğradığı geçici veya sürekli hastalık, sakatlık veya ruhsal bozukluk durumlarıdır. (5510 sayılı Yasa m.14)
İleriki bölümlerde ana konumuz olarak işleyeceğimiz, teknolojiden, çevre zararlarından ve doğal yaşamı etkileyen her türlü koşullardan kaynaklanan hastalıkların dava konusu edilip edilemeyeceğini, meslek hastalıklarını örnekseyerek ele alacağımız için, yasa ve yönetmeliklerdeki meslek hastalığı sayılma koşullarını gözden geçirmeliyiz.
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 14.maddesine ve ondan önceki 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun 18.maddesine, Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü’nün 62-66.maddelerine, Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespiti İşlemleri Yönetmeliği’nin 17-21.maddelerine göre, meslek hastalığı sayılma koşulları:
1) Meslek hastalığı yapılan işle ilgili olmalı ve işyeri tehlikelerinden kaynaklanmalıdır.
2) Meslek hastalığı önceden varolan bünyesel bir rahatsızlık olmayıp, işe alınma sırasında alınan rapora göre işçi sağlıklı iken, sonradan işyeri koşullarından kaynaklanan bir rahatsızlık ve hastalık biçiminde ortaya çıkmalıdır.
3) İşe sağlam olarak başlandıktan sonra ortaya çıkan hastalık, bünyesel bir durum olmayıp, yapılan iş ve işyerinin özellikleri ile hastalık arasında "uygun nedensellik bağı" kurulabilmelidir.
Bedensel zararlara ilişkin bu genel açıklamalardan sonra, aşağıda ana konumuz olarak, teknolojik gelişmelerin bedensel zararlara etkisini (günümüzün ve geleceğin çevre ve yaşam koşullarını) inceleyerek değerlendirmeye çalışacağız.
II- TEKNOLOJİDEN KAYNAKLANAN SAĞLIK SORUNLARI
1- Geçmişten bugüne yaşam koşulları ve sağlık sorunları
Geçmişi bilmeden bugünü değerlendirmenin bizi yanlış sonuçlara götüreceği, bugünü anlayıp kavramadan gelecekte olacakları kestirmenin güç olacağı kanısındayız.
Dünyamız sanayi devrimiyle değişmeye başlamıştır. Geçmişte insanlar sıtma, verem, tifo, tifüs, cüzzam, trahom, figengi gibi hastalıklara yakalanırken, bilim ve teknolojideki gelişmelerle bu hastalıkların önü alınabilmiş; veba ve kolera gibi toplu kırımlara neden olan salgınlar, gemilerin sintinelerine buharlı makinelerin yerleştirilmesiyle sona ermiştir.
Sanayi devrimi sonrasında, bilim ve teknolojideki gelişmelerle bir yandan sağlık sorunlarına çözüm bulunup hastalıkların önü alınırken, öte yandan değişen yaşam koşullarıyla birlikte, yeni hastalıklar ortaya çıkmaya başlamıştır. Hızlı kentleşmenin, düzensiz ve plansız sanayileşmenin yarattığı hava, su, toprak kirlenmeleri, sanayi ürünleriyle birlikte değişen üretim-tüketim ilişkileri, daha fazla ürün alma amacıyla bitki ve hayvan türlerinin doğal yapılarının değiştirilmesi, ham madde ihtiyaçlarını karşılamak için doğanın insafsızca tahribi, başta petrol ve kömür olmak üzere fosil yakıtların yaygın biçimde kullanımı gibi günümüze kadar gelen ve günümüzde daha büyük sorunlar yaratan yaşam ve çevre koşulları, sağlık sorunlarının farklılaşması sonucunu doğurmuştur. Günümüzde teknolojik gelişmelerden ve çevre sorunlarından kaynaklandığı kabul edilen hastalıkların en başında kanser ve sırasıyla kalp, damar, solunum ve diyabet hastalıkları ile ruhsal ve sinirsel bozukluklar gelmektedir.
Ancak ne var ki dünyamıza hükmeden teknoloji devleri, faaliyetlerinin ve ürünlerinin söz konusu hastalıklarla bir ilgisi bulunmadığını ileri sürmekte; önlem almada ve çevreyi korumada isteksiz davranmakta; daha doğrusu maliyetleri artırıcı masraflardan kaçınmakta ve sınırsız kazanç uğruna her şeyi göze almaktadırlar. Bunlara karşı yapılması gereken, anılan hastalıkların kalıtsal olmayıp, çevreden ve teknolojiden kaynaklandığını kanıtlamak olacaktır. Bunu ilerdeki bölümlerde örneklerle açıklayacağız.
2- Teknolojiden ve çevreden kaynaklanan sağlık sorunları dava konusu olabilmeli
Yukarda açıklandığı gibi, sanayi devriminden sonra teknolojinin gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte yaşam koşulları değişmiş; yeni ve yaygın sağlık sorunları ortaya çıkmıştır. Ancak ne var ki, değişen yaşam koşullarının insan sağlığı üzerindeki etkileri kimi çevrelerce abartılı bulunmakta; teknoloji devlerinin etkisi altında ülkeleri yönetenler, önlem almada çekingen ve sakıngan davranmakta; yargı çevreleri de kanser, kalp, solunum, diyabet hastalıklarının çevre zararlarından ve doğal yapısı değiştirilmiş ürünlerden kaynaklandığı savlarını kabul etmemekte; hastalığın kalıtsal olup olmadığını araştırmamakta; açılan davaları kanıtlanmadığı gerekçesiyle reddetmektedirler.
Oysa mahkemelerin yapması gereken, meslek hastalığı benzeri bir araştırma olmalıdır. Nasıl ki meslek hastalığı çalışılan ortamdan kaynaklanıyor ve zamanla ortaya çıkıyorsa, aynı biçimde kişilerin yaşadığı çevredeki yaşam koşullarına bakılmalı; hastalanan kişilerde önceden var olan bünyesel ve kalıtsal bir rahatsızlık olup olmadığı araştırılmalı; eğer çevre koşulları ile hastalıklar (örneğin kanser, kalp, solunum hastalıkları) arasında "uygun nedensellik bağı" kurulabiliyorsa, çevreyi kirletenlerle birlikte, yeterli önlemler almayan Devlete karşı açılan davalar kabul edilmelidir.
3- Yasal düzenlemeler
a) Anayasa’nın 56.maddesi 1.fıkrasında “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” ve 2.fıkrasında “Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek, Devletin ve vatandaşların ödevidir” denilmiş; gene Anayasa’nın 17.maddesinde çevre hakkı “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” biçiminde tanımlanmıştır.
b) İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 3.maddesine göre “Yaşamak herkesin hakkıdır.” Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı 1972 Stockholm Bildirgesi 1.maddesinde “Yeterli yaşam şartları sağlanmış olarak yaşamak, insanların temel haklarıdır. İnsan aynı zamanda, bugünkü ve gelecek kuşaklar için çevreyi koruma ve iyileştirme sorumluluğu taşır” denilmiştir.
c) Çevre Kanunu’nun 14.maddesine göre, kişilerin huzur ve sükununu, beden ve ruh sağlığını bozacak şekilde ilgili yönetmeliklerle belirlenen standartlar üzerinde gürültü ve titreşim oluşturulması yasak olup, ulaşım araçları, şantiye, fabrika, atölye, işyeri, eğlence yeri, hizmet binaları ve konutlardan kaynaklanan gürültü ve titreşimin yönetmeliklerle belirlenen standartlara indirilmesi için faaliyet sahipleri tarafından gerekli tedbirlerin alınacağı öngörülmüştür.
ç) Gene Çevre Kanunu’nun 30.maddesi 1.fıkrasında “Çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan herkes ilgili mercilere başvurarak faaliyetle ilgili gerekli önlemlerin alınmasını veya faaliyetin durdurulmasını isteyebilir” denilmiştir.
d) Biyogüvenlik Kanunu’nun 14.maddesine göre “insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevrenin ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına, sürdürülebilirliğinin sağlanmasına aykırı olarak (izin almış olsalar dahi) GDO’lu ürünleri üreten ve satan kişiler dava edilebilirler.”
e) 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 71.maddesi 1.fıkrasına göre “Önemli ölçüde tehlike taşıyan işletmelerin faaliyetinden doğan zararlardan sorumlu kişiler “işletme sahibi” ve varsa “işleten” olup, bunlar ortaklaşa sorumlu olacaklardır. Maddenin 3.fıkrasına göre “Özel yasalarda, benzeri tehlikeler taşıyan işletmeler için özel bir tehlike sorumluluğu öngörülmüşse, yukardaki koşullardan ayrı olarak veya onlarla birlikte, özel yasadaki hükümler uygulanır.”
Maddenin gerekçesinde “Önemli ölçüde tehlike taşıyan bir işletme, beklenmedik durumlarda dahi, sık olarak ya da zaman zaman ağır zararlar doğurmaya elverişli ise, söz konusu işletmeyi işleten kişiler sorumlu olurlar” denilerek işletme sahibine hemen hemen “kurtuluş kanıtı” tanınmamış; zararı doğuran olayın işletmenin kendisine özgü niteliğiyle ilişkili olması sorumluluğun kabulü için yeterli bulunmuştur.
Bize göre, “önemli ölçüde tehlikeli” işletme sahiplerinin maliyet yüksekliğini ileri sürerek ve masraftan kaçınarak arıtma tesisi kurmamaları, bacalara en son teknolojiye uygun filtre taktırmamaları nedeniyle bilinçli olarak havayı, suyu, toprağı, denizi kirletip dünyamızı yaşanmaz hale getirmelerine, ölümlere ve onulmaz hastalıklara neden olmalarına; siyanürle altın ve gümüş arayıcılarının toprağı ve yer altı sularını zehirlemelerine, artık ağırlaştırılmış nesnel sorumluluk, tehlike sorumluluğu demek pek hafif kalmakta; bütün bunlara kusursuz sorumluluk değil “kasıt derecesinde ağır kusur” ve giderek insanlık suçu bile denilebilmelidir.
f) Tehlikeli işletmelerden henüz zarar doğmadan önce, zarar tehlikesine karşı önlem alınmasını isteme Yasa’nın “zarar tehlikesini önleme” başlıklı 70.maddesinde yer almış; “Zarar görme tehlikesiyle karşılaşan kişi, bu tehlikenin giderilmesi için gerekli önlemlerin alınmasını isteyebilir” denilmiştir.
g) Ülkemizde tehlike sorumluluğuna ilişkin özel yasalar: 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu, 4925 sayılı Karayolu Taşıma Kanunu, Türk Ticaret Kanunu’nun yolcu taşıma ile ilgili hükümleri, 2920 sayılı Türk Sivil Havacılık Kanunu, 2872 sayılı Çevre Kanunu (m.28), 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu (m.62/1), 6326 sayılı Petrol Kanunu (m.86).
h) 6098 sayılı TBK’nun zamanaşımına ilişkin 72.maddesinin gerekçesinde, öğrenme olgusu ve zamanaşımının işlemeye başlaması yönünden, teknolojiden kaynaklanan ve uzun yıllar sonra ortaya çıkan bedensel zararlardan sözedilmiş; zarar türlerinden örnekler verilmiştir. Bundan, aşağıdaki bölümlerden birinde, gelecekte ortaya çıkabilecek zararlar yönünden bir kez daha söz edeceğiz.
4- Tehlikeli işletmelere karşı davalar ve kanıtlama zorlukları
Teknolojik gelişmelerin, teknolojinin yarattığı ürünlerin, tehlikeli işletmelerin ve her alanda teknolojinin kullanılmasının, insan sağlığı üzerindeki etkileri, çoğu kez kanıtlanması zor ya da tartışmalı dava konuları olabilmektedir. Kişileri bedence ve ruhça etkileyen, organ yitimine veya zayıflamasına ya da çeşitli hastalıklara yakalanmalarına neden olabilen, ayrıca sinirsel ve ruhsal sarsıntılara uğratan etkenlerin başında tehlike saçan, havayı, suyu, toprağı kirleten işletmeler ile teknoloji ürünü aygıtlar gelmekte; bunu doğal yapısı değiştirilmiş besinler ile kanserojen içeren giysiler, takılar, kozmetikler, temizleme maddeleri, okul araç ve gereçleri; tarımda kullanılan yapay gübreler ve tarım ilaçları, plastikler ve çeşitli ambalaj malzemeleri izlemektedir.
Bunların büyük bir bölümü kanıtlama zorlukları nedeniyle dava edilememekte; edilse bile sonuç alınamamaktadır. Bunların en başında termik santralların ve sanayinin yoğun olduğu bölgelerdeki hava, toprak ve su kirliliğinden etkilenenlerin açtıkları davalar gelmektedir. Örneğin, Yatağan termik santralının uzun yıllardan beri bölgeyi yaşanmaz hale getirdiği, kanser, kalp damar, solunum hastalıklarına neden olduğu savıyla açılan dava retle sonuçlanmıştır. Gebze ile Derince arasındaki Dilovası’nda boya fabrikalarının yarattığı zehirli hava nedeniyle çok sayıda kanser hastalıkları görülmekte, önlenmemektedir. Ergene havzası da aynı durumdadır. Siyanürle altın arayanların yörenin su kaynaklarını zehirlediği savları ciddiye alınmamaktadır. Örnekler pek çoktur.
Aşağıda açılan davalardan ve sonuçlarından ve dava konusu edilemeyen olaylardan örnekler vereceğiz.
a) Yatağan Termik Santralı’nın yarattığı kirli hava nedeniyle sağlığının bozulduğu, kalp ve solunum hastalığına yakalandığı savıyla davacının açtığı maddi ve manevi tazminat davasıyla ilgili Yargıtay kararında, davalı işletmenin neden olduğu kirli havanın, davacının sağlığı yönünden bir tehlike, yani ihtimal oluşturduğu; bunun tazmin borcunun doğabilmesi için yeterli olmayıp "zarar"ın doğmuş olması gerektiği biçiminde bir gerekçe ile yerel mahkeme kararı bozulmuş; buna karşı Daire Başkanının son derece duyarlı “karşı oy yazısında şu açıklamalar yapılmıştır:[1]
“Kişi, sağlıklı ve doğanın sağladığı olanaklardan yararlanmak hakkına sahiptir. Bu halde, kişinin mutluluğundan ve sağlıklı yaşamından söz edilebilir. Ancak bu halde kişi, kendini geliştirebilir, sağlıklı düşünebilir ve üretici konumuna gelebilir. Kişi bu değerleri, sağlıklı olmayan bir çevrede elde edemez. Çünkü çevre, insanı etkileyen dış koşulların bütünüdür. Her canlı varlık, hatta cansız varlıklar da, çevredeki fiziksel ve kimyasal ortama göre biçimlenirler, sağlıklı ya da sağlıksız olurlar. Bunun içindir ki, Stockholm Konferansında; "insan, onurlu ve iyi bir yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları temel hakkına sahiptir" ilkesini kabul etmiştir. Bu bildiri bağlayıcı olmasa da, önemli bir belge olarak gözönünde tutulması gereklidir. Çünkü bütün insanlar, özellikle doğanın sağladığı olanaklardan yararlanma hakkına sahiptir. Bu bir çevre hakkıdır.
Temyiz dilekçesinde ve bozma ilamının gerekçesinde yer aldığı üzere davalının, yürüttüğü iş itibariyle çevre halkına iş olanağı sağladığı, çevre ile birlikte ülke ekonomisine yarar sağladığı konusuna gelince, böyle bir olgudan dolayı davacının ve bu bağlamda çevre halkının sağlığının tehlikeye sokulması ve olumsuz etkilenmesine hoşgörü ile bakılması sonucunu doğurmaz. Çevre halkı üzerinde ekonomik yarar sağladığı kabul edilse dahi, bu yarardan dolayı davacının sağlığının tehlikeye girmesini hukuka uygun hale getirmez. Diğer bir anlatımda başkasına yarar sağlanacak diye, davacının zarar görmesi hukuka aykırılığı ortadan kaldırmaz. Kaldı ki, davalı kurum, alacağı önlemlerle zararları önleme olanağına da sahiptir. Çağın gelişmiş teknik olanakları, bu sonucu sağlayacak güçte ve yeterliktedir. Bu tür çalışma ve önlemlerin alınmadığı da dosyadaki raporlarla sabittir.
Somut olayda davacının, doğal dengesi bozulan bir ortamda yaşadığı açıktır. Bu husus, Türk Tabipler Birliği tarafından hazırlanan rapor ile sabittir. Çok geniş kapsamlı olan bu raporda, Yatağan şehir merkezinde kirlilik oranının normalin çok üzerinde bulunduğu, solunum sistemi hastalıklarının, Muğla iline göre iki kat fazla olduğu, bunun baca gazından kaynaklandığı geniş bir şekilde açıklanmıştır. Yine dosya içinde hava kirliliğini ve bunun sağlık üzerindeki olumsuz etkileri ile ilgili olarak pek çok yayınlar yer almakta ve bu yüzden idari yargı tarafından verilmiş kararlar bulunmaktadır.
Olayımızda davacı, davalıya ait ve davalının işletici olduğu Yatağan Termik Santralının çevreye önemli ölçüde zararlar verdiğini, bu bağlamda kendisinin de aynı çevrede ve ortamda yaşadığını, aynı yerde yaşayanlar gibi önemli ölçüde solunum rahatsızlığı bulunduğunu, tanıklar ve dosyadaki diğer kanıtlarla da bu iddia doğrulanmıştır. Böyle kişisel bir doğrulama olmasa dahi, davacının aynı çevrede yaşadığı, oturma yerinin ve işinin aynı kentte olduğu bu kentinde davalının eylemi nedeniyle kirletildiği açıktır. Böyle bir durumda davacının zarar görmediğini, hatta yaşamında, verimli çalışmasında ruh dengesinde bir olumsuzluğun bulunmadığı söylenemez. Bu denli açık bir olguyu davacının kanıtlaması da gerekmez. Davacının zarar görmediğinden söz edilemeyeceği gibi, davalı tarafından da davacının zarar görmediği kanıtlanmış değildir. Bu nedenlerle, yerel mahkeme kararı hukuka uygun bulunmakla onanması gerektiğinden, bozma kararına katılamıyorum” demiştir.
Ancak ne var ki bu dava retle sonuçlanmış; Türk yargısında kötü bir örnek olmuştur. Yatağan Termik Santralı hakkında açılan davadan 50-60 yıl kadar önce İsviçre Federal Mahkemesi’nin bir kararında, radyasyon yayan bir fabrikanın yakınında uzun yıllar oturan kişinin, o yöreden ayrıldıktan beş yıl sonra kansere yakalanması nedeniyle açtığı dava kabûl olunmuş; davalının zamanaşımı defi reddedilmiştir.[2]
b) Geçmişte, Çernobil nükleer santralının patlayıp çevreye yayılan radyasyonun tâ Karadeniz kıyılarına kadar geldiği; bu olaydan sonra bölgede kanser hastalıklarının arttığı, çay ve fındık ürünlerinin zarar gördüğü iddialarına karşı, o dönemde ülkeyi yönetenler halka aydınlatıcı bilgiler vermedikleri, radyasyon ölçüm sonuçlarını açıklamadıkları, âdeta olayı ört bas ettikleri için, kanser hastalıklarının artıp artmadığı, artmışsa nükleer santraldan kaynaklanıp kaynaklanmadığı, çayda ne oranda radyasyon olduğu öğrenilememiş, anlaşılamamış; bir dava açmaya elverişli kanıtlar elde edilememiştir.
c) Yerleşim yerleri içinde ve okulların yakınlarında kurulan baz istasyonlarıyla ilgili açılan davalar Yargıtay’ca kabul edilmiş ve kararlarda:
“Hiçbir hizmet, insan yaşamı kadar öncelik ve önem taşımaz. Diğer bir anlatımla, yararlı bir hizmetin karşılığı olarak insanın ölümü uygun bir sonuç olarak kabul edilemez. İnsan yaşamında tehlike yaratan bir hizmetin, kişi yaşamının önüne geçmesi ve ona üstünlük tanınması doğru bir yaklaşım olarak düşünülemez” denilmiş; yıllar sonra ortaya çıkabilecek etkileri üzerinde durulmuş; dava konusu baz istasyonlarının bulundukları yerlerden kaldırılmasına karar verilmiştir. [3]
d) Çevre Kanunu’nun 14.maddesine dayanılarak, davalının işyeri olarak kullandığı bağımsız bölümdeki makinelerin çalışması sırasında çıkardıkları gürültü ve titreşimin önlenmesi istemiyle açılan davada, söz konusu durumun oturanlara rahatsızlık verecek boyutlarda olduğu saptanmış; bilirkişiden gürültünün Gürültü Kontrol Yönetmeliğinin izin verdiği ölçünün altına çekilebilmesi için alınması gereken önlemlerin belirlenmesi konusunda ek rapor alınması ve bu önlemlerin davalı tarafça alınması suretiyle davacı tarafa verilen rahatsızlığın bu yolla önlenmesine hükmedilmesi gerektiği” sonucuna varılmıştır.[4]
e) Benzin istasyonları, kent içinde mahalle aralarına kurulmuş olan patlayıcı madde ve havai fişek üretim ve depolama yerleri, binaların üzerine konulan veya camilerin bahçelerine kurulan baz istasyonları “önemli ölçüde tehlike taşıyan” işletme ve tesisler olarak kabul edilmiş; bunların verdikleri veya verebilecekleri zararlarla ilgili davalar kabul edilmiştir.
f) Bir fabrikanın bacasından çıkan duman ve zehirli gazların, asitli ve zehirli suların insan sağlığına; et, süt ve kümes hayvanlarına; bahçelerdeki meyve ağaçlarına, tarlalardaki ürüne verdiği zararlar nedeniyle açılan davalara Medeni Yasa’nın komşuluk hukukuna veya taşınmaz malikinin sorumluluğuna ilişkin hükümler uygulanmıştır.
g) Çevreyi kirlettiği açıkça görülebilen ve kanıtlanması gerekmeyen pek çok olay vardır. Örneğin deniz, göl ve ırmak kıyılarında kurulan fabrikaların asitli ve zehirli atıklarının sulara karıştığı; fabrikaların bacalarından çıkan yakıcı ve kurutucu gaz ve dumanların insanlara ve tarım ürünlerine zarar verdiği; termik santralların yarattığı hava kirliliğinin yöreyi yaşanmaz hale getirdiği; çimento fabrikalarının bacasından çıkan çimento tozu ve artıkların, yakındaki tarım alanlarındaki ürünlere zarar verdiği, bilinen, görülen ve kanıtlanması gerekmeyen çevre olaylarıdır. Kirletenlerin de aksini ileri sürüp, kirlenmenin kendilerinden kaynaklanmadığını kanıtlamaları neredeyse olanaksızdır. Bütün bu örneklerini verdiğimiz kirlenme olayları ile ortaya çıkan zararlar arasında “nedensellik bağı” bulunduğu kabul edilmeli; başka kanıt aranmamalıdır.
III- GELECEKTE ORTAYA ÇIKABİLECEK
SAĞLIK SORUNLARI
1- Gelişen teknolojinin gelecekteki olası etkileri
Bugün için insan sağlığını tehdit eden tehlikelerin yanı sıra, her geçen gün gelişen ve değişen teknolojinin yarattığı ürünlerin de ilerde zararlı etkileri olabileceği üzerinde de durulmalıdır. Örneğin bugün yaygın bir biçimde kullanılan tıbbi araç ve gereçlerin, hastalığı belirleme amaçlı tomografi, ultrason gibi aygıtların (endüstriyel tıbbın); zararsız denilen bazı besinlerin ve eşyaların; tehlike sınırının altında olduğu ileri sürülen baz istasyonlarının, radyo ve televizyon antenlerinin, yüksek gerilim hatlarının, cep telefonlarının, bazı mutfak araç ve gereçlerinin uzun yıllar sonra zararlı sonuçlarının ortaya çıkabileceği, insanların bütün bu teknoloji ürünleri yüzünden bir takım hastalıklara yakalanabilecekleri olasılıkları üzerinde durulmalı; bilimsel ve deneysel araştırmalar sonucu olası tehlikeleri belirlenmişse, önlenmesi yönünde yetkili makamlara başvurulabilmeli; sonuç alınamaması durumunda bütün bunlar dava konusu edilebilmeli; Devlete ve sorumlulara karşı davalar açılabilmelidir.
2- Çevre kirlenmelerinin zamanla ortaya çıkabilecek zararlı sonuçları
a) Çevre kirliliğinin can zararlarına (hastalıklara, beden gücü kayıplarına ve ölümlere) neden olması; örneğin, tehlikeli işletmelerden ve nükleer santrallardan sızan radyasyonun, başta termik santrallar olmak üzere fabrika bacalarından çıkan zehirli gazların kanser, solunum, kalp damar, diyabet hastalıklarına neden olması; çimento fabrikasının çıkardığı zehirli gaz, toz ve çimento artıklarının kent üzerine dağılıp yayılmak suretiyle insan, hayvan ve bitkilere zarar vermesi;[5] baz istasyonlarının, referans değerlerin altında olsa bile, yerleşim alanlarında yarattığı uzun süreli radyasyonun insanların sağlığını olumsuz yönde etkilemesi;[6] büyük kentlerde çok sayıda motorlu taşıtlardan salınan egzoz gazlarının, tekerleklerin asfaltta sürtünmesi ile havaya yayılan partiküllerin çeşitli sağlık sorunlarına neden olması vb.
Bütün bunlar, hemen değil, zamanla ortaya çıkabilecek sağlık sorunları olup, zararlı sonuçlar ortaya çıktıktan ve “dava edilebilir” nitelik kazandıktan sonra kanıtlanması gerekmektedir.
b) Geçmişte bir ürünün veya tehlikeli işletmenin zararlarının tespiti istendiğinde, mahkemeler anlaşılmaz bir inatla “hukuki yarar” bulunmadığı gerekçesiyle tespit davalarını reddetmekte idiler. 6100 sayılı Hukuk Yargılama Yasası’nın 107.maddesindeki “belirsiz alacak davası” ile bu engel aşılmıştır. Ayrıca 107.maddenin 3.fıkrasına göre açılacak bir dava ile bir ürünün insan sağlığı yönünden zararlı olup olmadığının (henüz bir zarar ortaya çıkmadan) tespitinin istenebileceği kanısındayız. Aynı biçimde fabrika bacalarından çıkan dumanların zehirli gaz içerip içermediğinin, havayı kirletip kirletmediğinin tespiti de istenebilir. Fabrikalardan denizlere, göllere ve akarsulara salınan asitli sular ve atıklar, 6098 sayılı TBK’nun 70.maddesine dayanılarak durdurulabilir. Bunun için bir zarar doğduğunun kanıtlanması gerekli olmayıp, suların kirlendiğinin tespiti yeterlidir.
3- Doğal yapısı değiştirilmiş yiyeceklerin zamanla ortaya çıkabilecek zararlı sonuçları
a) Doğal yapıları (genetiği) değiştirilmiş, tohumları melez hale getirilmiş; daha fazla ürün elde etmek, raf ömrünü uzatmak ve zararlı böceklerden korumak amacıyla zehirli kimyasallar kullanılarak üretilmiş endüstriyel ve tarımsal yiyeceklerin insan sağlığını bozduğu, kanser, kalp damar, diyabet gibi hastalıklara neden olduğu; genetiği değiştirilmiş ürünlerin giderek yaygınlaşmasıyla kronik hastalıkların önlenemez hale geldiği; beslenme değeri az, kalorisi yüksek teknoloji ürünü kimyasal gıdaları, binlerce yıl içinde evrilmiş vücudumuzun tanımadığı, sindiremediği; bunun da bağışıklık sisteminin yıkılmasına neden olduğu; genler ve yiyecekler arasındaki bu uyumsuzluğun anılan hastalıkların son yıllarda çok sayıda artışına neden olduğu ileri sürülmektedir. Genetiği değiştirilmiş hibrit-melez tohumlardan üretilen buğdaydaki katkı maddesi (gluten) yüzünden, halkımızın beslenme alışkanlıkları yönünden önemli bir yeri olan ekmeğin “çölyak” hastalığına neden olduğu; bu hastalığın hazımsızlık, iştahsızlık, halsizlik, depresyon, baş ağrısı, kas spazmları, anemi, kısırlık gibi sağlık sorunları yarattığı; ekmek üretiminde kullanılan potasyum bromat’ın troid ve böbrek kanserine yolaçtığı söylenmektedir.
Bütün bunlarla başa çıkmanın yolu, yukarda çevre zararlarıyla ilgili bölümde belirttiğimiz gibi, doğal yapıları değiştirilmiş ve kimyasallar kullanılarak üretilmiş GDO’lu ürünlerin, nişasta bazlı şekerin, yapay tatlandırıcıların ve tüm endüstriyel ürünlerin kanser, solunum, kalp damar, diyabet, çölyak hastalıklarına neden olduğunun; kişideki bu hastalıkların kalıtsal (genetik) olmadığının ve bünyesel rahatsızlıklardan kaynaklanmadığının kanıtlanması gerekmektedir. Bunun için güvenilir tıp ve gıda teknolojisi bilim çevrelerinden, anılan hastalıkların “kalıtsal” olmadığına ve endüstriyel ürünlerden kaynaklandığına ilişkin sağlam gerekçeli bir rapor alınabilirse, belirsiz alacak davası veya tespit davası açılmalı ve zararlı yiyeceklerle mücadele yolu denenmelidir.
b) Yiyeceklerin doğal yapılarının değiştirilmesi sonucu, insan sağlığına zararlı ürünler haline gelmeleri, iki yoldan gerçekleşmektedir:
Birincisi, kapitalist sistemin yarattığı acımasız pazar ve rekabet koşullarında, dünyamıza egemen olan gıda devleri, daha çok kazanmak, daha fazla ürün elde etmek, raf ömrünü uzatmak, giderek geri kalmış toplumlarda bağımlılık yaratmak gibi amaçlarla besinlerin doğal yapılarını değiştirerek, melez tohumlar üreterek, bunların pazarlanmasını tekel haline getirerek, insan yaşamına ve sağlığına bilerek zarar vermektedirler.
İkincisi dünyamızın doğal yapısını değiştiren, bozan, yaşam alanlarını daraltan çevre zararlarıdır. Çevreyi oluşturan ve yaşam koşullarını sağlayan dünyamızın havası, suyu, toprağı, gökleri, denizleri, yer altı ve yerüstü yapısı, bitki örtüsü, insan, hayvan, canlı, cansız varlıkları gibi unsurlarının fiziksel, kimyasal, biyolojik yapılarının bozulması ve kirletilmesi, insanları besleyen bitki ve hayvan türlerinin azalması, genetik yapılarının değiştirilmesi, besinlerin zararlı ürünler haline getirilmeleri sonucunu doğurmakta; bu yüzden insan sağlığı bozulmaktadır.
c) Çevre Kanunu’nun 9.maddesinde: “Doğal çevreyi oluşturan biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilirliğinin sağlanması ile bu çeşitliliği barındıran ekosistemin korunması esas olup, mevzuata aykırı biçimde ticarete konu edilmeleri yasaktır” denilmiş;
Biyogüvenlik Kanunu’nun 3.maddesi 5.bendinde “GDO ve ürünlerinin insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevre ve biyolojik çeşitliliği tehdit etmesi, çevrenin ekolojik dengesinin ve ekosistemin bozulmasına neden olması, biyolojik çeşitliliğin devamlılığını tehlikeye düşürmesi gibi tehlikelerden sözedilmiş; Yasa’nın 14.maddesinde “GDO ve ürünleri ile ilgili faaliyetlerde bulunanların, (izin almış olsalar dahi) insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevrenin ve biyolojik çeşitliliğin korunması, sürdürülebilirliğinin sağlanmasına karşı oluşan zararlardan sorumlu oldukları” açıklanmış;
Ürünlere İlişkin Kanun’un 5.maddesinde de “Üretici, piyasaya güvenli ürünler arz etmek zorundadır” denilmiş olmasına göre,
Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un “amaç”ları arasında yer alan, ama nedense üzerinde pek durulmayan “tüketicinin çevresel tehlikelerden korunmasını sağlayıcı önlemleri alma” konusu işlenmeli, geliştirilmeli, dava konusu edilmelidir.
d) Dünyamıza egemen olan gıda devlerinin, yiyeceklerin doğal yapılarını değiştirmeleri sırasında kullandıkları kimyasallar arasında çeşitli hormonlar, pestisitler, kloropirifos, toksik ve teratojen maddeler, aspartam, mono sodyum glutamad, gluten, glifosat gibi tarım ilaçları ve çeşitli kimyasal zehirler sayılmaktadır. Tarımda zararlı böcekleri yoketmak amacıyla kullanılan tarım ilaçları yüzünden toprak, hava, su kirlenmekte, besinlerin doğal yapıları değişmektedir.
e) 5977 sayılı Biyogüvenlik Yasası’nın 3’üncü ve5’inci maddelerinde (10) bent halinde GDO’lu ürünlerin zararları sayılmış olup, GDO’lu ürünleri savunanlar, besin kalitesini artırdığını, raf ömrünü uzattığını, bitkisel ve hayvansal ürün verimini artırdığını ileri sürmekte iseler de, zararları ve tehlikeleri daha ağır basmakta; sağlığa zararlı olduğu, tarım topraklarını bozduğu; biyolojik ve genetik çeşitliliği tehdit ettiği söylenmektedir.
f) Zararlı yiyecekler arasında nişasta bazlı şeker (mısır şurubu) en tehlikeli olanlar arasında sayılmakta; bilim çevrelerinin hemen tamamına yakını, mısır nişastasından elde edilen şekerin (mısır şurubunun) kanserden kalp hastalıklarına, diyabete ve karaciğer yetmezliğine kadar bir çok kronik hastalığa yol açtığını; NBŞ’de yüksek oranda bulunan fruktozun insülin direncini tetikleyerek şeker hastalığına ve siroza neden olduğunu, hormonal sistemleri bozduğunu, kanser hücrelerini artırdığını ileri sürmekte; “ölümcül zehir” olarak nitelemektedirler.
Son yıllarda mısır şurubu (NBŞ), yaygın biçimde ve giderek kullanım alanı artarak neredeyse tüm şekerli ürünlerde kullanılmakta; başta şekerlemeler, çikolata, gofret, bisküvi, kek, hamur tatlıları olmak üzere, kolalar,gazlı ve şekerli içecekler, ketçap vb. mısır şurubu içermekte; kimse bilim çevrelerinin uyarılarına kulak asmamaktadır.[7]
4- Yiyeceklerden kaynaklanan bedensel zararlar nedeniyle açılacak davaların yasal dayanakları neler olmalıdır
4703 sayılı Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuatın Hazırlanması ve Uygulanması Hakkında Kanun’un 1.maddesinde “Bu kanunun amacının, ürünlerin piyasaya arzı, uygunluk değerlendirmesi, piyasa gözetimi ve denetimi ile bunlarla ilgili olarak yapılacak bildirimlere ilişkin usul ve esasları belirlemektir” denilmiş; 10.maddesinde, piyasa gözetimi ve denetiminin, yönetmeliklerde belirtilen usul ve esaslara göre yapılacağı; 11.maddesinde, bir ürünün güvenli olmadığının saptanması halinde yasaklanacağı açıklanmıştır.
Ürün Yasası uyarınca çıkarılan Ürünlerin Piyasa Arzı Gözetim ve Denetimine Dair Yönetmeliğin 7.maddesinde:
“Piyasaya arz edilen ürünlerin güvenli olması zorunludur. Bir ürünün güvenli kabul edilmesi için; ürünün bileşimi, ambalajlanması, montaj ve bakımına ilişkin talimatlar da dahil olmak üzere özellikleri; başka ürünlerle birlikte kullanılması öngörülüyorsa bu ürünlere yapacağı etkiler; piyasaya arzı, etiketlenmesi, kullanımı ve bertaraf edilmesi ile ilgili talimatlar ve üretici tarafından sağlanacak diğer bilgiler ve ürünü kullanabilecek risk altındaki tüketici grupları açısından değerlendirildiğinde, temel gerekler bakımından azami ölçüde koruma sağlaması gerekir” denilmiştir
5977 sayılı Biyogüvenlik Yasası’nın 1.maddesinde “Bu kanunun amacı, bilimsel ve teknolojik gelişmeler çerçevesinde, modern biyoteknoloji kullanılarak elde edilen genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerinden kaynaklanabilecek riskleri engellemek, insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevrenin ve biyolojik çeşitliliğin korunması, sürdürülebilirliğinin sağlanması amacıyla biyogüvenlik sisteminin kurulması ve uygulanması, bu faaliyetlerin denetlenmesi, düzenlenmesi ve izlenmesi ile ilgili usul ve esasları belirlemektir” denilmiştir.
Uluslararası Biyotıp Sözleşmesinin onaylanmasına ilişkin 6212 sayılı yasa gereği 20.04.2004 gün 25439 sayılı RG’de yayınlanan Kararın 1.maddesinde, sözleşmeyi imzalayanların “tüm insanların haysiyetini ve kimliğini koruyacak ve biyoloji ve tıbbın uygulanmasında, ayırım yapmadan herkesin, bütünlüğüne ve diğer hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesini güvence altına alacakları” kararlaştırılmıştır.
6502 sayılı Tüketiciyi Koruma Yasası’nın “amaç” başlıklı 1.maddesinde “Bu Kanunun amacı; kamu yararına uygun olarak tüketicinin sağlık ve güvenliği ile ekonomik çıkarlarını koruyucu, zararlarını tazmin edici, çevresel tehlikelerden korunmasını sağlayıcı, tüketiciyi aydınlatıcı ve bilinçlendirici önlemleri almak…” denilmiştir.
Ve bütün bunların üstünde, Anayasa’nın 56.maddesi 3.fıkrasında “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamakla” yükümlü tutulmuştur.
Bütün bu yasalara dayanılarak, zararlı ürünlerden kaynaklanan bedensel zararların kanıtlanmasından sonra, tazminat isteminin yasal dayanakları 6098 sayılı TBK’nun 54,55,56 maddeleri olacaktır.
5- Ürün zararlarından dolayı kimler dava edilebilir
Ürünlerin genetik yapısını değiştirenler, yurt dışında ve dünyamıza egemen çok güçlü bir örgütlenme yapısına sahip olduklarına göre, zararlı ürünleri satanların, üretenlerin, ithal edenlerin ve daha önemlisi yukarda açıklanan yasalara göre gerekli önlemleri almayan Devletin ilgili birimlerinin dava edilebileceği kanısındayız.
IV-GELECEK ÜZERİNE VARSAYIMLAR
1- Akıllı teknoloji ve insanın geleceği
Akıllı teknolojinin gelişimiyle birlikte insanların fiziksel dünyadan koptuğu ve daha da kopacağı; bu durumun bireylerde zihinsel gerilemeye yolaçtığı; gelecekte yapay beyinlerin tüm çalışma ve yaşam alanlarına egemen olmasıyla, insan beyninin düşünme ve karar verme yetisinin köreleceği söylenmektedir. Adli Tıp dilinde bedensel zararlar organ kaybı ve organ zayıflaması olarak ikiye ayrıldığına göre, “insan beyninin düşünme ve karar verme yetisinin körelmesi ve zihinsel gerileme” organ zayıflaması biçiminde gerçekleşecek bir bedensel zarar değil midir ?
Öte yandan akıllı teknolojinin geliştirilmesinin ve üretiminin parasal yükünü; Devletler değil, büyük sermaye sahipleri üstlendiğine göre, bunların dünyamızı tümüyle ele geçirecekleri, yaşam koşullarını diledikleri gibi değiştirecekleri; yapay zeka, kontrol edilemeyen mekanik sistemlerin dünyayı işgali olarak değerlendirildiğinde, kapitalizmin elinde etkili bir güç olacağı; bunun sonucu insanların köleleşeceği söylenmektedir. Bu söylentiyi, akıllı aygıtlara aşırı bağımlılıkla birleştirdiğimizde “mankurtlaşmış” bir insan tipinin ortaya çıkması tehlikesi bulunmaktadır. Bu da bir beden gücü kaybıdır.
2- Bilimin teknolojiye bağımlı hale gelmesinin sakıncaları
Bilimin teknolojiye bağımlı hale gelmesiyle birlikte, bilimle felsefe arasındaki bağın kopacağı; insan beyninin makinelerden öğrenilmiş ve bir çaba harcanmadan elde edilmiş bilgilerin bir deposu haline geleceği; böylece insan aklının yaratıcı gücünü yitireceği; sevgi ve mutluluk arayışından kopuşun ruhsal dengesizliklere neden olacağı da varsayımlar arasındadır. Ruhsal dengesizlikler de bir bedensel zarar türü olduğuna göre, bu da konumuzun bir parçasıdır.
3- Teknoloji ürünlerine bağımlılığın tehlikeleri
Bugün akıllı telefonları elinden düşürmeyen insanlar, sosyal yaşamdan kopmuş durumdadırlar. Özellikle, çocuklar tehlikenin içindedir. Mavi balina olayı bunun tipik bir örneğidir. Buna bakarak gelecekte daha büyük ve korkunç tehlikelerden de söz edilebilir. Bu da teknolojiyi yaratan ve geliştirenlerin insanlığı dilediklerince yönetip yönlendireceklerinin bir kanıtı olmalıdır.
Bugünün insanının akıllı telefonlara ve internete aşırı bağımlılığı da, bir anlamda, uyuşturucu ve alkol bağımlılığından farksız bir hastalık olduğuna göre, bu da konumuz olan bedensel zararlar kapsamında kabul edilmelidir.
[1] Yargıtay 4.HD.11.7.2002 gün ve E.2001/12708 K.2002/8915 sayılı kararı ve bu karara karşıoy yazan Daire Başkanı Bilal Kartal’ın görüşleri.
[2] BGE. 106 II 134
[3] Yargıtay 4.HD.29.01.2004,E.2003/16434-2004/971 sayılı kararı ve çok sayıda benzer kararlar.
[4] Yargıtay 18.HD.13.6.2005 gün E.2005/5044 K.2005/6179 sayılı kararı.
[5] Yargıtay 1.HD.25.12.1981 gün E.1981/14350-K.1981/14955 sayılı kararı.
[6] Yargıtay 4.HD. 29.5.2003, E. 2003/2278 - K. 2003/7119 sayılı, 27.9.2004, E.2004/2954 -K.2004/10516 sayılı, 29.11.2007, E.2007/1801-K.2007/15148 sayılı, 27.11.2008,E.2008/4841-K.2008/14685 sayılı ve benzer kararları.
[7] Gökhan Günaydın, Türkiye Şeker Sektörü Analizi, Ziraat Mühendisleri Odası Yayını, Ankara 2001- Metin Aydoğan, Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler –Bitmeyen Oyun, Kum Saati Yayınları, İstanbul 2002 – Taylan Kıymaz, Türkiye’de ve Dünyada Şekerin Geleceği, Tarım ve Mühendislik, sayı:64-65, Ankara 2003 – B.Remzi Suiçmez, Tarımla İlgili Değerlendirmeler, Türkiye Sempozyum Kitabı, Ankara 2003 – Dr.Yavuz Dizdar, Pankobirlik Dergisi