Menu

Arama Yapın

HMGS PANELİMİZİN DEMOSUNU İNCELEMEK İÇİN TIKLA

Menu


TÜKETİCİNİN ÇEVRE VE ÜRÜN ZARARLARINDAN KORUNMASI VE YASAL KORUMA YOLLARI

30 Ekim 2024

Bu makale 115 kez okundu.

Yazar Çelik Ahmet ÇELIK
Makaleyi PDF olarak İndir

ÖZET:   

1) Tüketiciyi Koruma Yasası’nın temel amacı, öncelikli olarak tüketicinin “sağlık ve güvenliği” yönünden beslenme, giyim, barınma gibi temel ve yaşamsal ihtiyaçlarını güvence altına almak; bu ihtiyaçların karşılanması sırasında ekonomik çıkarlarını korumak ve  sömürülmesini önlemek; insanları besleyen bitki ve hayvan türlerinin azalması, genetik yapılarının değiştirilmesi, besinlerin zararlı ürünler haline getirilmesi sonucunu doğuran çevresel tehlikelerden tüketiciyi korumak  olmalıdır.

6502 sayılı Yasa’nın “amaç” başlıklı 1.maddesi gereği, yukarda belirtilen hususlarda çözümler üretmek yerine, abartılmış ve yasanın amacını aşan “tüketici işlemi” tanımında art arda sıralanan sözleşmelerden hangilerinin Tüketici Mahkemelerinin görev alanına girmesi gerektiğine ilişkin sonu gelmez tartışmalar, yanlış ve gereksiz yorumlar yapılmakta; tüketiciyi korumada asıl önemli olan temel ve yaşamsal ihtiyaçlar üzerinde hiç durulmamaktadır. Oysa tüketici günlük yaşamında en çok beslenme ile ilgili alışverişler yapmakta; doğal yapısı değiştirilmiş (GDO’lu), katkı maddeli, hormonlu, sağlıksız koşullarda üretilmiş gıdalardan, nişasta bazlı şekerden, zehirli kimyasallardan, aflatoksinli tarım ürünlerinde zarar görmekte; kontrolsuz bir serbest piyasa ortamında sömürülmekte; ekonomik yönden zarara uğratılmakta; bu yüzden geçim zorlukları çekmektedir. Ancak ne var ki bu konular yeterince işlenmediği, aydınlatıcı ve yol gösterici görüşler üretilmediği, tüketici yeterince   bilgilendirilmediği ve bilinçlendirilmediği için, bütün bunlar dava konusu olamamaktadır.

2) Tüketici Mahkemelerinin görevleri, tüketicinin olağan ihtiyaçları için salt kullanma ve tüketme amacıyla satın alıp, kısa veya uzun süre kullandıktan sonra “tükettiği” mallardaki ve satın aldığı hizmetlerdeki “ayıplar” ile sınırlandırılmalıdır. Görev alanları, Yasa’nın amacını aşan “tüketici işlemi” tanımına göre değil, “tüketici” ve “tüketme” kavramlarına ve Yasa’nın 1.maddesinde açıklanan amaçlara göre belirlenmelidir.

3) Yasadaki "tüketici işlemi" tanımı olabildiğince dar yorumlanmalı; her sözleşme türünün konularına ve hukuksal ilişkilerin özelliklerine göre, hangilerinin Tüketici Mahkemesinin, hangilerinin genel veya özel mahkemelerin görev alanına gireceği ayrı ayrı saptanmalıdır. Her hukuki işlem ve her sözleşme “tüketim” sonucu doğurmadığına göre, hangi hukuki işlemlerin tüketim (kullanma, tüketme, hizmet) niteliği taşıdığı kesin biçimde belirlenmelidir. Tüketici işlemi tanımının geniş yorumu, yasadan beklenen yararları işlevsiz kılar ve Tüketici Mahkemelerinin uzmanlık mahkemeleri niteliğini ortadan kaldırır.

I-       KONUYA GENEL BAKIŞ

1.     Tüketici Yasası’nın temel işlevi ne olmalıdır

Hukukça korunması gereken en yüce hak "yaşama hakkı" ve bunun özelinde "sağlıklı yaşama hakkı" olmasına göre, tüketiciyi korumak için yürürlüğe konulan yasaların temel amacı, öncelikli olarak insanların beslenme, giyim, barınma gibi temel ve yaşamsal ihtiyaçlarını güvence altına almak olmalıdır.

Ama nedense, gerek önceki ve gerekse yeni yasa ile ilgili yazılarda, yayınlanan kitaplarda ve toplantılardaki konuşmalarda tüketicinin başta beslenme konuları olmak üzere temel yaşamsal ihtiyaçları üzerinde pek az durulmakta, hatta hiç durulmamaktadır. Genellikle yazılanlar ve konuşulanlar bir takım sözleşme türlerinin yasa kapsamında ve  tüketici mahkemelerinin görev alanı içinde olup olmadığı üzerinedir.

Oysa tüketici günlük yaşamında en çok beslenme ile ilgili alışverişler yapmakta; doğal yapısı değiştirilmiş, katkı maddeli, hormonlu, sağlıksız koşullarda üretilmiş gıdalardan, nişasta bazlı şekerden, kanserojen içeren ürünlerden, zehirli kimyasallardan, aflatoksinli tarım ürünlerinden zarar görmektedir. Ancak ne var ki bu konular yeterince işlenmediği, yoğun bir belirsizliğe gömüldüğü ve tüketici  bilgilendirilmediği için dava konusu edilememektedir.

Biz, tüketicinin korunması ve tüketici mahkemelerinin görevleri konusunda, sağlık ve beslenme konularına dikkati çekmek istiyoruz.             

2-      Tüketici yasaları, tüketiciyi koruyabilmekte midir ?

a)      Önceki 4077 sayılı Yasa’nın yürürlüğe girdiği 1995 yılından bu yana geçen onsekiz yıllık ve 6502 sayılı yeni Yasa’nın yürürlüğe girdiği 2013 yılından bu yana geçen beş yıllık, toplam yirmi yılı aşkın sürede tüketici ne kadar korunabilmiştir, ne kadar korunabilmektedir ?

b)      Bugüne kadar sağlıksız beslenmenin önü alınabilmiş midir? Ürün Yasası’nın 5.maddesinde “Üretici, piyasaya güvenli ürünler sürmek zorundadır” denilmesine; Biyogüvenlik Yasası’nın 3 ve 5.maddelerinde (10) bent halinde GDO’lu ürünlerin zararları sayılmasına; nişasta bazlı şekerin ölümcül bir zehir olduğu, diyabet, kalp, siroz, kanser gibi hastalıklara yolaçtığı, Avrupa ülkelerinde yasaklandığı bilim çevrelerince sürekli dile getirilmesine; hormonlu ve antibiyotik içeren et ve süt ürünlerinin, katkı maddeli ve sağlıksız koşullarda üretilmiş besinlerin, zehirli kimyasallardan arındırılmamış aflatoksinli tarım ürünlerinin satışa sunulmasına; kanserojen içeren gıda, giyim eşyası, kozmetik gibi ürünlerin, hatta ilaçların, bebek mamalarının,  okul araç ve gereçlerinin, oyuncakların ithal edilip satılmasına karşın,

Bütün bu zararlı ürünlerden kimse söz etmemekte, önlem alınması için girişimlerde bulunmamakta, bu konuda dava konuları yaratılmamaktadır. Tüketici Yasası’nın asıl konuları bunlar olmalı değil midir ?

c)      Anayasa’nın 56.maddesinde “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” ve 172.maddesinde “Devlet, tüketicileri koruyucu ve aydınlatıcı tedbirler alır” denilmesine göre, tüketicinin korunmasında asıl sorumlu Devlettir. Sağlığa zararlı ürünlerin piyasaya sürülmesine göz yuman, ithal edilmelerine izin veren; sağlık hizmetlerini gereği gibi  ve yeterince yerine getirmeyen Devlet hakkında dava açılabileceği; özellikle sağlığa zararlı ürünlerden zarar görenlerin Devletin ilgili kurumlarını da dava edilebilecekleri, nedense hiç akla gelmemektedir. Yukarda sayılan sağlığa zararlı ürünleri üreten, ithal eden ve satan kişileri önleyecek olan Devletin ilgili birimleridir. Satıcı, üretici, ithalatçı ile uğraşmak yerine, ürünlerden zarar görüldüğü, bu yüzden gene yukarda sayılan hastalıklardan birine yakalanıldığı kanıtlanmak koşuluyla, doğrudan Devlete karşı dava açılabileceği düşünülmeli, bu tür davalar denenmelidir. 

3-      Yasa’nın uygulama alanının genişletilmesi doğru olmamıştır.      

Tüketici Yasası'nın amacının ve uygulama alanının, öncelikli olarak tüketicinin “sağlık ve güvenliği” yönünden beslenme, giyim, barınma gibi temel yaşamsal ihtiyaçları   ve olağan yaşam koşullarında kullandığı ürünler ve yararlandığı hizmetler ile sınırlandırılması gerekirken, “tüketici işlemi” tanımı içinde art arda sıralanan ve "...benzeri sözleşmeler" denilerek sınır konulmayan her türlü sözleşmelerin yasa kapsamına alınması, Tüketici Mahkemelerinin uzmanlık niteliğini yitirip, asliye hukuk mahkemelerinin yerini almaları sonucunu doğuracaktır. Bunun önlenmesi için, “tüketici işlemi” tanımı abartılmamalı ve titiz bir konu ayıklaması yapılmadan, çeşitli  sözleşme türlerinin tüketici mahkemelerinin görev alanına girdiğini ileri sürmekten vazgeçilmelidir.

II-     ÇEVRE ZARARLARI

1-      Tanım

Hava,su, toprak kirlenmeleri, floranın doğallığını yitirmesi (her türlü bitki örtüsünün değişmesi, türlerinin azalması, doğallıklarını yitirmeleri), faunanın bozulması ve doğallığını yitirmesi (yaban hayvanlarının, sürüngenlerden böceklere ve kuşlara kadar çok ve çeşitli hayvan türlerinin azalmaları, yokolmaları),  ozon tabakasının incelmesi, küresel ısınma, iklim değişikliği, asit yağmurları, ormanların azalması, çölleşme, canlıların genetik yapılarının değişmesi, çevre felaketleri; örneğin, Çernobil ve Fukushima termik santrallarının patlaması sonucu  çevreye yayılan radyoaktif maddeler, endüstriyel atıklar ve tanker kazalarından dolayı toplu balık ölümleri, bir zamanlar yaygın biçimde kullanılan DDT haşarat ilacının bir çok bitki türünün yokolmalarına ve kuş türlerinin ölümlerine neden olması gibi olaylar çevre zararlarıdır.

2-      Çevre hakkı

Çevre hakkı, yaşama ve sağlık hakkı ile eşanlamlı, bir insan hakları sorunudur. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 3.maddesine göre “Yaşamak herkesin hakkıdır.” Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı 1972 Stockholm Bildirgesi 1.maddesinde “Yeterli yaşam şartları sağlanmış olarak yaşamak, insanların temel haklarıdır. İnsan aynı zamanda, bugünkü ve gelecek kuşaklar için çevreyi koruma ve iyileştirme sorumluluğu taşır” denilmiştir. 

Anayasa’nın 56.maddesi 1.fıkrasında “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” ve 2.fıkrasında “Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek, Devletin ve vatandaşların ödevidir” denilmiş; gene Anayasa’nın 17.maddesinde çevre hakkı “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” biçiminde tanımlanmıştır.

Görüldüğü gibi çevre hakkı, hukukça korunması gereken en temel haklardan yaşama hakkı ve sağlık hakkı sorunudur.

3-      İnsana verilen zararlar (can zararları)

Çevre kirliliğinin can zararlarına (hastalıklara, beden gücü kayıplarına ve ölümlere) neden olması; örneğin, tehlikeli işletmelerden ve nükleer santrallardan sızan radyasyonun, başta termik santrallar olmak üzere fabrika bacalarından çıkan zehirli gazların kanser, solunum, kalp damar, diyabet hastalıklarına neden olması; çimento fabrikasının çıkardığı zehirli gaz, toz ve çimento artıklarının kent üzerine dağılıp yayılmak suretiyle insan, hayvan ve bitkilere zarar vermesi;[1] baz istasyonlarının, referans değerlerin altında olsa bile, yerleşim alanlarında yarattığı uzun süreli radyasyonun insanların sağlığını olumsuz yönde etkilemesi;[2] büyük kentlerde çok sayıda motorlu taşıtlardan salınan egzoz gazlarının çeşitli sağlık sorunlarına neden olması vb.

Bütün bu durumlarda, çevre zararlarından kaynaklanan hastalıklar, beden gücü kayıpları ve ölümler nedeniyle zarar gören kişiler Çevre Kanunu’nun 28.maddesinin 2.fıkrası uyarınca, kirletenlere karşı “genel hükümlere” göre maddi ve manevi tazminat davaları açabileceklerdir. Bu konuda uygulanacak yasa hükümleri 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun haksız fiillere ilişkin 49’uncu ve devamı maddeleri olacak; bedensel zarara uğrayanlar TBK.54.maddesine göre maddi ve manevi tazminat isteyebilecekler; maddi tazminat istemleri, yasanın 55.maddesine göre değerlendirilecek;  manevi tazminatın yasal dayanağı 56’ncı madde olacaktır.

Çevre kirliliğinin insan ve canlılar üzerindeki etkisi konusunun, yargıda iyi kavranamadığı; uluslararası  çevre sözleşmelerinin yeterince incelenmediği; bu yüzden kimi zaman insan sağlığını etkileyen işletmelerle ilgili kararlarda yanlışa düşüldüğü kanısındayız.

Örneğin, Yatağan Termik Santralı’nın yarattığı kirli hava nedeniyle sağlıklarının bozulduğu savıyla davacıların açtıkları maddi ve manevi tazminat davasıyla ilgili Yargıtay kararında, davalı işletmenin neden olduğu kirli davanın, davacıların sağlığı yönünden bir tehlike, yani  ihtimal oluşturduğu; bunun tazmin borcunun doğabilmesi için yeterli olmayıp "zarar"ın doğmuş olması gerektiği biçiminde bir gerekçe ile yerel mahkeme kararını bozmuş; buna karşı Daire Başkanının son derece duyarlı “karşı oy yazısında şu açıklamalar yapılmıştır:[3]

“Kişi, sağlıklı ve doğanın sağladığı olanaklardan yararlanmak hakkına sahiptir. Bu halde, kişinin mutluluğundan ve sağlıklı yaşamından söz edilebilir. Ancak bu halde kişi, kendini geliştirebilir, sağlıklı düşünebilir ve üretici konumuna gelebilir. Kişi bu değerleri, sağlıklı olmayan bir çevrede elde edemez. Çünkü çevre, insanı etkileyen dış koşulların bütünüdür. Her canlı varlık, hatta cansız varlıklar da, çevredeki fiziksel ve kimyasal ortama göre biçimlenirler, sağlıklı ya da sağlıksız olurlar. Bunun içindir ki, Stockholm Konferansında; "insan, onurlu ve iyi bir yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları temel hakkına sahiptir" ilkesini kabul etmiştir. Bu bildiri bağlayıcı olmasa da, önemli bir belge olarak gözönünde tutulması gereklidir. Çünkü bütün insanlar, özellikle doğanın sağladığı olanaklardan yararlanma hakkına sahiptir. Bu bir çevre hakkıdır.

Temyiz dilekçesinde ve bozma ilamının gerekçesinde yer aldığı üzere davalının, yürüttüğü iş itibariyle çevre halkına iş olanağı sağladığı, çevre ile birlikte ülke ekonomisine yarar sağladığı konusuna gelince, böyle bir olgudan dolayı davacının ve bu bağlamda çevre halkının sağlığının tehlikeye sokulması ve olumsuz etkilenmesine hoşgörü ile bakılması sonucunu doğurmaz. Çevre halkı üzerinde ekonomik yarar sağladığı kabul edilse dahi, bu yarardan dolayı davacının sağlığının tehlikeye girmesini hukuka uygun hale getirmez. Diğer bir anlatımda başkasına yarar sağlanacak diye, davacının zarar görmesi hukuka aykırılığı ortadan kaldırmaz. Kaldı ki, davalı kurum, alacağı önlemlerle zararları önleme olanağına da sahiptir. Çağın gelişmiş teknik olanakları, bu sonucu sağlayacak güçte ve yeterliktedir. Bu tür çalışma ve önlemlerin alınmadığı da dosyadaki raporlarla sabittir.

Somut olayda davacının, doğal dengesi bozulan bir ortamda yaşadığı açıktır. Bu husus, Türk Tabipler Birliği tarafından hazırlanan rapor ile sabittir. Çok geniş kapsamlı olan bu raporda, Yatağan şehir merkezinde kirlilik oranının normalin çok üzerinde bulunduğu, solunum sistemi hastalıklarının, Muğla iline göre iki kat fazla olduğu, bunun baca gazından kaynaklandığı geniş bir şekilde açıklanmıştır. Yine dosya içinde hava kirliliğini ve bunun sağlık üzerindeki olumsuz etkileri ile ilgili olarak pek çok yayınlar yer almakta ve bu yüzden idari yargı tarafından verilmiş kararlar bulunmaktadır.

Olayımızda davacı, davalıya ait ve davalının işletici olduğu Yatağan Termik Santralının çevreye önemli ölçüde zararlar verdiğini, bu bağlamda kendisinin de aynı çevrede ve ortamda yaşadığını, aynı yerde yaşayanlar gibi önemli ölçüde solunum rahatsızlığı bulunduğunu, tanıklar ve dosyadaki diğer kanıtlarla da bu iddia doğrulanmıştır. Böyle kişisel bir doğrulama olmasa dahi, davacının aynı çevrede yaşadığı, oturma yerinin ve işinin aynı kentte olduğu bu kentinde davalının eylemi nedeniyle kirletildiği açıktır. Böyle bir durumda davacının zarar görmediğini, hatta, yaşamında, verimli çalışmasında ruh dengesinde bir olumsuzluğun bulunmadığı söylenemez. Bu denli açık bir olguyu davacının kanıtlaması da gerekmez. Davacının zarar görmediğinden söz edilemeyeceği gibi, davalı tarafından da davacının zarar görmediği kanıtlanmış değildir. Bu nedenlerle, yerel mahkeme kararı hukuka uygun bulunmakla onanması gerektiğinden, bozma kararına katılamıyorum” demiştir.

       4-      Manevi zarar

       Çevre hukuku yönünden manevi tazminat isteminin nedenleri, çevre kirliliği, doğal yaşam ortamlarının bozulup değiştirilmesi gibi etkenlerle, kişilerin ruh sağlığının bozulması, sinirlilik, huzursuzluk, uykusuzluk, kaygı, üzüntü gibi ruhsal durumların ortaya çıkmasıdır.

       Ruh sağlığını bozan başlıca etkenler ve olaylar, hava kirliliği, kentlerdeki çarpık yapılaşma, geleneksel, tarihsel ve kültürel özellikleri yansıtan evler, semtler, parklar, bahçeler, yeşil alanlar yokedilip, yerlerine kimliksiz, kişiliksiz betonarme binalar, gökdelenler dikilerek kentlerin soluk alınamaz hale getirilmesi; her geçen yıl sayıları artan motorlu araçların ekzoz gazı salınımlarının yanı sıra, gürültü ve trafik sıkışıklığının yarattığı sıkıntılar; kentlerin tarihsel siluetinin bozulması, yüzlerce yıllık çınarların kesilmesi, yeşil alanların birer birer yok edilip, yerlerine büyük oteller ve alışveriş merkezleri kurulması, Boğaziçinin beton yığınına dönüştürülmesi; Gülhane Parkı gibi ağaçlık alanların parçalanması, Taksim’deki gezi parkındaki ağaçların kesilip yerine binalar yapılmak istenmesi, İstanbul’un akciğerleri denilen kuzey ormanlarının yokedilmesi;  Ankara’da cumhuriyet döneminin ilk onbeş yılını yansıtan kişilikli, özgün görünümleriyle birer mimarlık örneği olan yapıların yıkılması, Atatürk Orman Çiftliğinin yağmalanması, trafiği rahatlatmak uğruna yolların, caddelerin delik deşik edilmesi;  deniz kıyılarının beton yığınına dönüştürülmesi, ormanlık alanların imara açılması; son yıllarda art arda hidroelektrik santralları kurularak su kaynaklarının ve doğal çevrenin bozulması, tarım alanlarına termik santral kurulmak istenmesi; maden çıkarma uğruna Kaz dağları gibi oksijen deposu orman alanlarında ağaçların kesilmesi; aşırı gürültü ve görüntü kirliliği; yerleşim yerleri içinde kurulmuş radyo-televizyon antenleri ve baz istasyonları, yüksek gerilim hatları; bütün bunlar çevre zararları kapsamında kişilerin ruh sağlığını bozan ve manevi tazminat istemini haklı kılacak nitelikte olan olaylardır.

Yargıtay’ın baz istasyonlarına ilişkin bir kararında, para ile ölçülebilen bir zarar yok ise de, baz istasyonunun insanların kalabalık olarak yaşadığı yere yakınlığı, çevre binalarda ve davacı yanın konutlarında yaşayanların sağlık yönünden büyük endişeler taşıdığı, aynı bölgede yaşayan insanların yaşamının psikolojik olarak olumsuz biçimde etkilendiği ve bunun da insanların psikolojik yapısında tedirginlik ve ümitsizlik yaratacağı açık olması nedeniyle davacıların zarar gördüğünün kabulü gerektiği sonucuna varılmıştır.[4]

Çevre Kanunu’nun 14.maddesine göre, kişilerin huzur ve sükununu, beden ve ruh sağlığını bozacak şekilde ilgili yönetmeliklerle belirlenen standartlar üzerinde gürültü ve titreşim oluşturulması yasak olup, ulaşım araçları, şantiye, fabrika, atölye, işyeri, eğlence yeri, hizmet binaları ve konutlardan kaynaklanan gürültü ve titreşimin yönetmeliklerle belirlenen standartlara indirilmesi için faaliyet sahipleri tarafından gerekli tedbirlerin alınacağı öngörülmüştür. Bu konuda Yargıtay’ın bir kararında “Davalının işyeri olarak kullandığı bağımsız bölümdeki makinelerin çalışması sırasında çıkardıkları gürültü ve titreşimin önlenmesi istemiyle açılan davada, söz konusu durumun oturanlara rahatsızlık verecek boyutlarda olduğu saptandığına göre, bilirkişiden gürültünün Gürültü Kontrol Yönetmeliğinin izin verdiği ölçünün altına çekilebilmesi için alınması gereken önlemlerin belirlenmesi konusunda ek rapor alınması ve bu önlemlerin davalı tarafça alınması suretiyle davacı tarafa verilen rahatsızlığın bu yolla önlenmesine hükmedilmesi gerektiği” sonucuna varılmıştır.[5]

       5-      Çevre  zararlarında kanıt yükü      

       a)      Çevreyi kirletenin eylemi ile zarar arasında uygun nedensellik bağı, kural olarak, davacı tarafından kanıtlanacaktır. Ancak kirletenin yadsınamayacak kadar açık ve kesin biçimde sorumlu olduğunun bilinmesi durumunda davacıdan davasını ispat etmesi istenmemelidir. Ayrıca, kirletenin kirlenmeyi veya bozulmayı durdurmak, gidermek veya azaltmak için gerekli önlemleri almadığının yetkili makamlarca saptanması durumunda da kanıta ve uygun nedensellik bağının saptanmasına gerek olmayacaktır.

       Kural olarak kanıt yükü davacıda ise de, çevre zararlarının özelliği ve önemi dikkate alınarak bu konuda davacıdan kesin kanıt istenmemeli; Çevre Kanunu’nun 28.maddesi 1.fıkrasındaki “kusursuz sorumluluk” ilkesi uyarınca, yaşam deneyimlerine, olayların olağan akışına ve nesnel olasılıklara göre, kirletenin eyleminin söz konusu zararı meydana getirebileceği sonucuna ulaşılmalıdır.

       b)      Çevreyi kirlettiği açıkça görülebilen ve kanıtlanması gerekmeyen pek çok olay vardır. Örneğin deniz, göl ve ırmak kıyılarında kurulan fabrikaların  asitli ve zehirli atıklarının sulara karıştığı; fabrikaların bacalarından çıkan yakıcı ve kurutucu gaz ve dumanların insanlara ve tarım ürünlerine zarar verdiği; termik santralların yarattığı hava kirliliğinin  yöreyi yaşanmaz hale getirdiği; çimento fabrikalarının bacasından çıkan çimento tozu ve artıkların, yakındaki tarım alanlarındaki ürünlere zarar verdiği, bilinen, görülen ve kanıtlanması gerekmeyen çevre olaylarıdır. Kirletenlerin de aksini ileri sürüp, kirlenmenin kendilerinden kaynaklanmadığını  kanıtlamaları neredeyse olanaksızdır. Bütün bu örneklerini verdiğimiz kirlenme olayları ile ortaya çıkan zararlar arasında “nedensellik bağı” bulunduğu kabul edilmeli; başka kanıt aranmamalıdır.

       c)      Çevre Yasası’nın 30.maddesi 1.fıkrasında “Çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan herkes ilgili mercilere başvurarak faaliyetle ilgili gerekli önlemlerin alınmasını veya faaliyetin durdurulmasını isteyebilir.” 2.fıkrasında “Herkes, Bilgi Edinme Kanunu kapsamında çevreye ilişkin bilgilere ulaşma hakkına sahiptir”  denilmiş olup, Yasadaki bu hükümlere göre, çevre kirlenmesinden zarar gören kişiler, dava öncesi bir yandan yetkili makamlara yapacakları şikâyetlerinin sonucunu alırken, öte yandan bilgi edinme hakkından yararlanarak dava açtıklarında, davanın kanıtlanması kolaylaşmış olacaktır.

       6- Çevreden kaynaklanan sağlık sorunlarını kanıtlama zorlukları       

       Çevre kirliliğinin kanser, solunum, kalp damar, diyabet hastalıklarına neden olduğu; bu hastalıklar kalıtsal değilse, çevre kirliliğinden kaynaklandığı bilim çevrelerince kabul edilmektedir. Buna göre, çevre kirliliği yüzünden sağlığının bozulduğunu ileri süren kişinin bir dava açmadan önce, hastalığının hava kirliliğinden mi, bünyesel bir rahatsızlıktan mı  kaynaklandığını tespit ettirmesi, davanın sağlama alınması olacaktır. Örneğin termik santral yüzünden solunum veya kalp hastalığına yakalandığını kanıtlaması gerekecektir.

       Geçmişte, Çernobil nükleer santralının patlayıp çevreye yayılan radyasyonun tâ Karadeniz kıyılarına kadar geldiği; bu olaydan sonra bölgede kanser hastalıklarının arttığı, çay ve fındık ürünlerinin zarar gördüğü iddialarına karşı, o dönemde ülkeyi yönetenler halka aydınlatıcı bilgiler vermedikleri, radyasyon ölçüm sonuçlarını açıklamadıkları, âdeta olayı ört bas ettikleri için, kanser hastalıklarının artıp artmadığı, artmışsa nükleer santraldan kaynaklanıp kaynaklanmadığı, çayda ne oranda radyasyon olduğu öğrenilememiş, anlaşılamamış;  bir dava açmaya elverişli kanıtlar elde edilememiştir. 

       Termik santralların bulunduğu yerlerde hava kirliliğinin normalin çok üzerinde olduğu ve yöreyi yaşanmaz hale getirdiği açık, kesin ve belirgin olmasına karşın, bu yörelerde oturan kişilerin solunum ve kalp hastalıklarının hava kirlenmesinden kaynaklandığına ilişkin iddiaları hemen kabul edilmemekte; “olasılıkların” davayı kabul için yeterli olmadığı sonucuna varılmaktadır.[6]       

       Halen, adli veya idari yargıda açılan tazminat davalarında, can zararlarının (sağlık sorunlarının) çevre kirliliğinden kaynaklandığı savının ve uygun nedensellik bağının kanıtlanmasında zorluklar yaşanmakta olup, bu zorluğun nedeni çevre kültürünün eksikliği ve yetersizliğidir. Çevreye duyarlı bilim insanlarının  ve çevrecilerin bu konuyu enine boyuna ele alıp geliştirmeleri gerekmektedir.  

       7-      Çevre kirliliğinden kaynaklanan can zararları nedeniyle tazminat istemleri

       Çevre kirliliğinin can zararlarına (hastalıklara, beden gücü kayıplarına ve ölümlere) neden olduğunun kanıtlanabilmesi durumunda, örneğin, tehlikeli işletmelerden ve nükleer santrallardan sızan radyasyonun; termik santrallardan, fabrika bacalarından çıkan zehirli gazların kanser, solunum, kalp damar, diyabet hastalıklarına neden olduğunun; hayvanlara ve bitkilere zarar verdiğinin, doğal ve genetik yapılarını değiştirdiğinin; baz istasyonlarının, referans değerlerin altında olsa bile, uzun süreli radyasyonun insanların sağlığını olumsuz yönde etkilediğinin; motorlu taşıtlardan salınan egzoz gazlarının çeşitli sağlık sorunlarına neden olduğunun kanıtlanabilmesi durumlarında, beden gücü kayıpları ve ölümler nedeniyle zarar gören kişiler, Çevre Kanunu’nun 28.maddesinin 2.fıkrası uyarınca, “genel hükümlere” göre maddi ve manevi tazminat davaları açabilecekler; bedensel zararlarda yasal dayanakları 6098 sayılı TBK’nun 54,55, 56 maddeleri olacaktır.

       8-  Davacılar (zarar görenler)      

       Anayasa’nın 56.maddesi 1.fıkrasında “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” denilmesine göre, çevre kirlenmesinden zarar gören, hatta doğrudan bir  zarara uğramayıp yalnızca rahatsız olan, huzursuzluk duyan herkes, kirletene ve çevrenin doğal yapısını bozanlara karşı dava açabilir.

 

 

       9-  Davalılar (Çevreyi kirletenler ve bozanlar)

       Çevre Kanunu’nun  2.maddesinde kirleten, “faaliyetleri sırasında veya sonrasında doğrudan veya dolaylı olarak çevre kirliliğine, ekolojik dengenin ve çevrenin bozulmasına neden olan gerçek ve tüzel kişiler” olarak tanımlanmıştır. Bu tanıma göre, dava edilebilecek olan sorumluları şöyle bölümlendirebiliriz:  

       a)      Çevreyi kirleten veya kirletilmesine neden olan ya da kirleten kişileri çalıştıran, eylemlerinden sorumlu olan gerçek veya tüzel kişiler; (TBK.m.49, 66)

       b)      Kirlenmeden sorumlu bina ve yapı eseri (TBK.m.69) ve tehlikeli işletmelerin sahipleri (TBK.m71) taşınmaz maliki (m.737) ile komşuluk hukuku ilkelerine göre sorumlu olanlar (m.737)

       c)      Çevreyi kirleten kamu kurum ve kuruluşları;

       d)      Çevre Kanunu’nun 3/g maddesine göre “kirletenin kirlenmeyi veya bozulmayı durdurmak, gidermek veya azaltmak için gerekli önlemleri almaması üzerine, yasa hükmü gereği,  gerekli önlemleri almayan ve kirletenler hakkında işlem yapmayan yetkili makamlar;

       e)      Çevrenin kirlenmesine ve doğal ortamın bozulmasına neden olacak madencilik, taş ve mermer ocağı işletme faaliyetleri için ruhsat veren Devletin ilgili birimleri;

       f)       Çevreyi kirletenler ve doğal ortamı bozan veya bozmaya hazırlananlar hakkında  alınan yargı  (iptal ve yürütmeyi durdurma) kararlarını uygulamayan Devletin ilgili birimleri;

       g)      Çevre Kanunu’nun 30.maddesi uyarınca, çevreyi kirleten veya bozan faaliyetleri gören veya işiten kişilerin, başvuruları üzerine gerekli önlemleri almayan ve zararı faaliyeti durdurmayan kamu kurum ve kuruluşları;

       h)      Biyogüvenlik Yasası’nın 14.maddesine göre “insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevrenin ve biyolojik çeşitliliğin korunmasına, sürdürülebilirliğinin sağlanmasına aykırı olarak (izin almış olsalar dahi) GDO’lu ürünleri üreten ve satan kişiler dava edilebilirler.

       II-     ÜRÜN ZARARLARI

       1-      Kullanma amaçlı ürünlerden kaynaklanan bedensel zararlar

       Buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makineleri, şofben, klima, kombi, televizyon gibi ev ihtiyaçları için satın alınan elektrikli  araçlardaki üretim hatalarından kaynaklanan kazalarda bedensel zarara uğrayan kişiler, ürünün ayıplı olmasının ötesinde, can zararları için satıcıya, imalatçıya ve ithalatçıya karşı maddi ve manevi tazminat davası açabileceklerdir. Eve veya işyerine alınan mobilyalardan zarar görülmesi durumunda da, örneğin mutfak dolaplarının hatalı monte edilmesi sonucu yerinden kopup kazaya neden olması da dava konusudur.

       Evlerde sıkça meydana gelen ürün kazalarından biri de tüpgazların patlaması, gaz sızdırması sonucu yaralanmalar ve ölümlerdir. Özellikle, tüpgazla çalışan şofbenlerde, gaz sızması sonucu zehirlenmeler bu tür kazaların en başına gelmektedir. Bu tip olaylarda satıcı ile alıcı arasında sözleşme ilişkisi  olmasının yanı sıra, satıcı ile üretici-imalatçı arasındaki sözleşme ilişkisinin güven ortamında aygıtı kullanırken kazaya uğrayanların, yalnız satıcıyı değil, üretici ve imalatçı ve Tüp Gaz Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortasını yapan sigorta şirketini, ortaklaşa sorumluluk çerçevesinde dava etme hakları bulunmaktadır.             

       Ürün zararları arasında otomobil, otobüs, kamyon, motosiklet gibi motorlu araçlardan kaynaklanan bedensel zararları da saymamız gerekir. Bir trafik kazasında araç sürücülerinin bir kusuru ve karayollarının yapım ve onarım hatası yoksa, kazanın oluş biçimine göre motorlu araçta üretim hatası bulunup bulunmadığı araştırılmak gerekecektir. Örneğin, araç hareket halinde iken frenlerin kilitlenmesi, rot çıkması, elektrik aksamındaki hatalı üretim yüzünden araçta yangın çıkması bu tür arızalardandır.  

 

 

       2-      Yiyeceklerden kaynaklanan bedensel zararlar

       a)      Doğal yapıları (genetiği) değiştirilmiş, tohumları melez hale getirilmiş; daha fazla ürün elde etmek, raf ömrünü uzatmak ve zararlı böceklerden korumak amacıyla zehirli kimyasallar kullanılarak üretilmiş  endüstriyel yiyeceklerin insan sağlığını bozduğu, kanser, kalp damar, diyabet gibi hastalıklara neden olduğu; genetiği değiştirilmiş ürünlerin giderek yaygınlaşmasıyla kronik hastalıkların önlenemez hale geldiği; beslenme değeri az, kalorisi yüksek teknoloji ürünü kimyasal gıdaları, binlerce yıl içinde evrilmiş vücudumuzun tanımadığı, sindiremediği; bunun da bağışıklık sisteminin yıkılmasına neden olduğu; genler ve yiyecekler arasındaki bu uyumsuzluğun anılan hastalıkların son yıllarda çok sayıda artışına neden olduğu ileri sürülmektedir. Genetiği değiştirilmiş hibrit-melez tohumlardan üretilen buğdaydaki katkı maddesi (gluten) yüzünden, halkımızın beslenme alışkanlıkları yönünden  önemli bir yeri olan ekmeğin “çölyak” hastalığına neden olduğu; bu hastalığın hazımsızlık, iştahsızlık, halsizlik, depresyon, baş ağrısı, kas spazmları, anemi, kısırlık gibi sağlık sorunları yarattığı söylenmektedir.

       Bütün bunlarla başa çıkmanın yolu, yukarda çevre zararlarıyla ilgili bölümde belirttiğimiz gibi, doğal yapıları değiştirilmiş ve kimyasallar kullanılarak üretilmiş GDO’lu ürünlerin, nişasta bazlı şekerin, yapay tatlandırıcıların ve tüm endüstriyel ürünlerin kanser, solunum, kalp damar, diyabet, çölyak hastalıklarına neden olduğunun; kişideki bu hastalıkların kalıtsal (genetik) olmadığının ve bünyesel rahatsızlıklardan kaynaklanmadığının kanıtlanması gerekmektedir. Bunun için güvenilir tıp ve gıda teknolojisi bilim çevrelerinden, anılan hastalıkların “kalıtsal” olmadığına ve endüstriyel ürünlerden kaynaklandığına ilişkin sağlam gerekçeli bir rapor alınabilirse, bir dava açılmalı ve zararlı yiyeceklerle mücadele yolu denenmelidir.  

       b)Yiyeceklerin doğal yapılarının değiştirilmesi/değişmesi sonucu, insan sağlığına zararlı ürünler haline gelmeleri, iki yoldan gerçekleşmektedir:  

       Birincisi, kapitalist sistemin yarattığı acımasız pazar ve rekabet koşullarında, dünyamıza egemen olan gıda devleri, daha çok kazanmak, daha fazla ürün elde etmek, raf ömrünü uzatmak, giderek geri kalmış toplumlarda bağımlılık yaratmak gibi amaçlarla besinlerin doğal yapılarını değiştirerek, melez tohumlar üreterek, bunların pazarlanmasını tekel haline getirerek, insan yaşamına ve sağlığına bilerek zarar vermektedirler.

       İkincisi dünyamızın doğal yapısını değiştiren, bozan, yaşam alanlarını daraltan çevre zararlarıdır. Çevreyi oluşturan ve yaşam koşullarını sağlayan dünyamızın havası, suyu, toprağı, gökleri, denizleri, yer altı ve yerüstü yapısı, bitki örtüsü, insan, hayvan, canlı, cansız varlıkları gibi unsurlarının fiziksel, kimyasal, biyolojik yapılarının bozulması ve kirletilmesi, insanları besleyen bitki ve hayvan türlerinin azalması, genetik yapılarının değiştirilmesi, besinlerin zararlı ürünler haline getirilmeleri  sonucunu doğurmakta; bu yüzden  insan 0sağlığı bozulmaktadır.  

       c)      Çevre Kanunu’nun 9.maddesinde: “Doğal çevreyi oluşturan biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilirliğinin sağlanması ile  bu çeşitliliği barındıran ekosistemin korunması esas olup, mevzuata aykırı biçimde ticarete konu edilmeleri yasaktır” denilmiş; Biyogüvenlik Kanunu’nun 3.maddesi 5.bendinde “GDO ve ürünlerinin insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevre ve biyolojik çeşitliliği tehdit etmesi, çevrenin ekolojik dengesinin ve ekosistemin bozulmasına neden olması, biyolojik çeşitliliğin devamlılığını tehlikeye düşürmesi gibi tehlikelerden sözedilmiş; Yasa’nın 14.maddesinde “GDO ve ürünleri ile ilgili faaliyetlerde bulunanların, (izin almış olsalar dahi) insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevrenin ve biyolojik çeşitliliğin korunması, sürdürülebilirliğinin sağlanmasına karşı oluşan zararlardan sorumlu oldukları” açıklanmış; Ürünlere İlişkin Kanun’un 5.maddesinde de “Üretici, piyasaya güvenli ürünler arz etmek zorundadır” denilmiş olmasına göre,

       Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un “amaç”ları arasında yer alan, ama nedense üzerinde pek durulmayan “tüketicinin çevresel tehlikelerden korunmasını sağlayıcı önlemleri alma”  konusu işlenmeli, geliştirilmeli, dava konusu edilmelidir.

 

       d)      Dünyamıza egemen olan gıda devlerinin, yiyeceklerin doğal yapılarını değiştirmeleri sırasında kullandıkları kimyasallar arasında çeşitli hormonlar, pestisitler, klopirifos, toksik ve teratojen maddeler, aspartam, mono sodyum glutamad, gluten, glifosat gibi tarım ilaçları ve çeşitli kimyasal zehirler sayılmaktadır. Tarımda zararlı böcekleri yoketmak amacıyla kullanılan tarım ilaçları yüzünden toprak, hava, su kirlenmekte, besinlerin doğal yapıları değişmektedir.       

       e)      5977 sayılı Biyogüvenlik Yasası’nın 3’üncü ve5’inci maddelerinde (10) bent halinde GDO’lu ürünlerin zararları sayılmış olup, GDO’lu ürünleri savunanlar,besin kalitesini artırdığını, raf ömrünü uzattığını, bitkisel ve hayvansal ürün verimini artırdığını ileri sürülmekte iseler de, zararları ve tehlikeleri daha ağır basmakta; sağlığa zararlı olduğu, tarım topraklarını bozduğu; biyolojik ve genetik çeşitliliği tehdit ettiği  söylenmektedir.

       f)       Zararlı yiyecekler arasında nişasta bazlı şeker (mısır şurubu) en tehlikeli olanlar arasında sayılmakta; bilim çevrelerinin hemen tamamına yakını, mısır nişastasından elde edilen şekerin (mısır şurubunun) kanserden kalp hastalıklarına, diyabete ve karaciğer yetmezliğine kadar bir çok kronik hastalığa yol açtığını; NBŞ’de yüksek oranda bulunan fruktozun insülin direncini tetikleyerek  şeker hastalığına ve siroza neden olduğunu, hormonal sistemleri bozduğunu, kanser hücrelerini artırdığını ileri sürmekte; “ölümcül zehir” olarak nitelemektedirler.

       Son yıllarda mısır şurubu (NBŞ), yaygın biçimde ve giderek kullanım alanı artarak neredeyse tüm şekerli ürünlerde kullanılmakta; başta şekerlemeler, çikolata, gofret, bisküvi, kek, hamur tatlıları olmak üzere, kolalar,gazlı ve şekerli içecekler, ketçap vb. mısır şurubu içermekte; kimse bilim çevrelerinin uyarılarına kulak asmamaktadır.[7]

       3-      Yiyeceklerden kaynaklanan bedensel zararlar nedeniyle açılacak davaların yasal dayanakları neler olmalıdır

       4703 sayılı Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuatın Hazırlanması ve Uygulanması Hakkında Kanun’un 1.maddesinde “Bu kanunun amacının, ürünlerin piyasaya arzı, uygunluk değerlendirmesi, piyasa gözetimi ve denetimi ile bunlarla ilgili olarak yapılacak bildirimlere ilişkin usul ve esasları belirlemektir” denilmiş; 10.maddesinde, piyasa gözetimi ve denetiminin, yönetmeliklerde belirtilen usul ve esaslara göre yapılacağı; 11.maddesinde, bir ürünün güvenli olmadığının saptanması halinde yasaklanacağı açıklanmıştır.

         Ürün Yasası uyarınca çıkarılan Ürünlerin Piyasa Arzı Gözetim ve Denetimine Dair Yönetmeliğin  7.maddesinde:

        “Piyasaya arz edilen ürünlerin güvenli olması zorunludur. Bir ürünün güvenli kabul edilmesi için; ürünün bileşimi, ambalajlanması, montaj ve bakımına ilişkin talimatlar da dahil olmak üzere özellikleri; başka ürünlerle birlikte kullanılması öngörülüyorsa bu ürünlere yapacağı etkiler; piyasaya arzı, etiketlenmesi, kullanımı ve bertaraf edilmesi ile ilgili talimatlar ve üretici tarafından sağlanacak diğer bilgiler ve ürünü kullanabilecek risk altındaki tüketici grupları açısından değerlendirildiğinde, temel gerekler bakımından azami ölçüde koruma sağlaması gerekir” denilmiştir

       5977 sayılı Biyogüvenlik Yasası’nın 1.maddesinde “Bu kanunun amacı, bilimsel ve teknolojik gelişmeler çerçevesinde, modern biyoteknoloji kullanılarak elde edilen genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerinden kaynaklanabilecek riskleri engellemek, insan, hayvan ve bitki sağlığı ile çevrenin ve biyolojik çeşitliliğin korunması, sürdürülebilirliğinin sağlanması amacıyla biyogüvenlik sisteminin kurulması ve uygulanması, bu faaliyetlerin denetlenmesi, düzenlenmesi ve izlenmesi ile ilgili usul ve esasları belirlemektir” denilmiştir.

 

       Uluslararası Biyotıp Sözleşmesinin onaylanmasına ilişkin 6212 sayılı yasa gereği 20.04.2004 gün 25439 sayılı RG’de yayınlanan Kararın 1.maddesinde, sözleşmeyi imzalayanların “tüm insanların haysiyetini ve kimliğini koruyacak ve biyoloji ve tıbbın uygulanmasında, ayırım yapmadan herkesin, bütünlüğüne ve diğer hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesini güvence altına alacakları” kararlaştırılmıştır.

       6502 sayılı Tüketiciyi Koruma Yasası’nın “amaç” başlıklı 1.maddesinde “Bu Kanunun amacı; kamu yararına uygun olarak tüketicinin sağlık ve güvenliği ile ekonomik çıkarlarını koruyucu, zararlarını tazmin edici, çevresel tehlikelerden korunmasını sağlayıcı, tüketiciyi aydınlatıcı ve bilinçlendirici önlemleri almak…” denilmiştir.

       Ve bütün bunların üstünde, Anayasa’nın 56.maddesi 3.fıkrasında “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamakla” yükümlü tutulmuştur.  

       Bütün bu yasalara dayanılarak, zararlı ürünlerden kaynaklanan bedensel zararların kanıtlanmasından sonra, tazminat isteminin yasal dayanakları 6098 sayılı TBK’nun 54,55,56 maddeleri olacaktır. 

       4-      Ürün zararlarından dolayı kimler dava edilebilir  

       Ürünlerin genetik yapısını değiştirenler yurt dışında ve dünyamıza egemen çok güçlü bir örgütlenme yapısına sahip olduklarına göre, zararlı ürünleri satanların, üretenlerin, ithal edenlerin ve  daha önemlisi yukarda açıklanan yasalara göre gerekli önlemleri almayan Devletin ilgili birimlerinin dava edilebileceği kanısındayız.

 

 


[1]    Yargıtay 1.HD.25.12.1981 gün E.1981/14350-K.1981/14955 sayılı kararı.

[2]   Yargıtay 4.HD. 29.5.2003,  E. 2003/2278 - K. 2003/7119 sayılı, 27.9.2004, E.2004/2954 -K.2004/10516 sayılı, 29.11.2007, E.2007/1801-K.2007/15148 sayılı, 27.11.2008,E.2008/4841-K.2008/14685 sayılı ve benzer kararları.

[3]    Yargıtay 4.HD. 11.7.2002 gün ve E.2001/12708  K.2002/8915 sayılı kararı ve bu karara karşıoy yazan Daire Başkanı Bilal Kartal’ın görüşleri.

 

[4]   Yargıtay  4.HD.22.06.2010  gün E.2010/4719  K.2010/7549  sayılı kararı.

[5]   Yargıtay 18.HD.13.6.2005 gün E.2005/5044 K.2005/6179 sayılı kararı.

 

[6]   Davacının, termik santraldan kaynaklanan hava kirliliği nedeniyle bedensel rahatsızlığa uğradığı savıyla  açtığı davada, Yargıtay, kirli havanın davacının sağlığı yönünden bir  ihtimal” oluşturduğu, bu olasılığın tazmin borcunun doğabilmesi için yeterli olmadığı ve davanın reddi gerektiği gerekçesiyle yerel mahkeme kararını bozmuştur. (Yargıtay 4.HD. 11.7.2002 gün ve E.2001/12708  K.2002/8915 sayılı kararı)

[7]    Gökhan Günaydın, Türkiye Şeker Sektörü Analizi, Ziraat Mühendisleri Odası Yayını, Ankara 2001- Metin Aydoğan, Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler –Bitmeyen Oyun, Kum Saati Yayınları, İstanbul 2002 – Taylan Kıymaz, Türkiye’de ve Dünyada Şekerin Geleceği, Tarım ve Mühendislik, sayı:64-65, Ankara 2003 – B.Remzi Suiçmez, Tarımla İlgili Değerlendirmeler, Türkiye Sempozyum Kitabı, Ankara 2003 – Dr.Yavuz Dizdar, Pankobirlik Dergisi